Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan
Giy ol tâcı, emin ol her beladan
* * *
Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep,
Dediler: İlim geride, illâ edep illâ edep
Edep ve hayâ gibi insanın yaratılışından itibaren özüne yerleştirilmiş özellikler, hassas bir gayret ile kemale erebileceği gibi, hoyrat darbelerle de varlığını kaybedebilir veya tesirsiz hâle gelebilir. Zira fıtrî bir meyil olan utanma duygusu, yaşanılan muhit veya muhatap olunan her türlü sosyal ortama göre farklılaşabilen vasıftadır.
Hayâ, insanda bulunan utanma hissidir. Rabbimiz, insanı, fıtraten iyiye ve güzele meyyâl yaratmıştır. İşte hayâ duygusu da insanı, aşırılıklardan, nefsânî arzuların peşinde sürüklenip mahcup olmaktan koruyan tabiî bir zırh gibidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Hayâ, îmandan bir şubedir.” (Buhârî, Îman, 3; Müslim, Îman, 58)
“Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayâdır. (İmân-ı Mâlik, Muvatta, Hüsnü-l’Huluk, 2, 905)
Hayâ duygusu çok hassas, kırılgan bir yapıya sahiptir. Örselenmeye, zorlanmaya gelmez; ısrarlı müdahaleler sonunda eşik aşılırsa, insan arsız, yüzsüz ve hiçbir şeyden utanmaz hâle gelebilir.
* * *
Hayâ ile birlikte kullanılan bir kelime de edebtir. Edep, sözlüklerde “iyi tutum, incelik ve kibarlık, terbiyeli olmak” şeklinde tarif edilir. Edebin çoğulu, âdâptır. Ahlâk ilmine dâir eserlerde ise edep, “kendisine sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumdan koruyan meleke” olarak tavsif edilir. O hâlde edeb, yapa yapa alışkanlığa ve sonunda insanın ayrılmaz bir parçasına (meleke) dönüşen yapıdadır. Bu, nezaketten daha öte, şuur, ahlâk, fazilet, hayâ, akıl ve iradeyi içinde mecz etmiş bir karakter yansımasıdır. Bu cihetle edep; iffet, ahlâk, takva, hayâ ve fıtrat gibi kavramlar ile de doğrudan irtibatlıdır.
Yaş ve statü ile sınırlandırılmayacak bir mevzûdur edep konusu… Toplumların kültür, anlayış ve yaşayış modellerine göre, edeb anlayışlarında farklılıklar ortaya çıkabilir. Ancak acı bir gerçek olarak herkesin ittifak edeceği bir husus vardır ki, dünya genelinde edep ölçüleri ve hassasiyetleri gitgide zarar görmekte, hattâ edep sahibi insanlar toplum nezdinde küçük düşürecek sıfatlarla anılmaktadır. İnsanların haddini bilmez, ölçüsüz ve aşırı davranışları övülmekte; “özgüven” ve “medenî cesaret” yansıması olarak sunulmaktadır.
Edeb prensipleri, yazılı kâideler değildir. Bu, toplumun içinden süzülüp gelen, onu bir zamk gibi birbirine bağlayan, herkese hakkını ve haddini bildiren, tarih içinde süzülüp gelmiş, dînî-ahlâkî prensiplerdir. Edep anlayışlarında, aynı toplum içinde de zamanla birtakım değişiklikler olabilir. Ancak ahlâksızlığın yaygınlaşması, cemiyetin kendi oto-kontrol sistemini (emr-i bi’l-Mâruf nehy-i ani’l-münker) kuramamış olması, en çok edep kâidelerinin eriyip gitmesine yol açar. Çünkü edeb-hayâ prensipleri, iç içe geçmiş olan ahlâk ve din halkalarının en dışındaki halkayı temsil eder. Edebe saldıranların asıl gayesi, ahlâkı ve onun besleyen dîni yok etmektir. Bu dış kale ne kadar müstahkem ise, ahlâk; ahlâk ne kadar dayanıklı ise, dînî hayat o kadar güvende demektir.
Müslümanın hayatındaki ölçüler, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den alınmıştır. Onun doğruları, Kitab ve Sünnet’in doğrularıdır. Onun yanlış olarak gördükleri de, bu iki ana kaynak tarafından yanlış kabul edilenlerdir. Bu yüzden îman ehlinin “ahlâk”, “hayâ” ve “edeb” anlayışı, elbette îmandan mahrum olan kimselerle aynı olmaz, olamaz.
Müslüman, Allâh’ın ve Rasûlü’nün koyduğu sınırlarda durmayı bilen kimsedir. Günümüzde farklı kültür, medeniyet ve inanç dünyalarından yansıyan ahlâk ve yaşayış ölçüleri, İslâm’ın edeb, hayâ ve îman süzgecinden geçirilmeden bir müslümanın hayatını şekillendiremez. Müslüman, bu noktada uyanık insandır. Her an kendi sınırlarını gözeten bir asker gibi, teyakkuz hâlindedir.
Maalesef “birlikte yaşama kültürü” veya “hoşgörü” kelimeleriyle; İslâm dışı hayatlar, müslüman topluma enjekte edilmekte ve bununla çoğunluğu müslüman olan bir toplum, maksatlı bir şekilde köklerinden kopartılmaktadır.
Dünya küçülmüş, âdeta küçük bir köy hâline gelmiştir. Dünyanın neresinde bir hâdise olsa, herkes kısa zamanda bundan haberdar olmakta veya buna müdahale edebilmektedir. Bu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak müslümanların başka kültürlerden, yaşayış modellerinden haberdar olması ayrı bir meseledir; bunların reklamı ve propagandası yapılarak müslümanların inanç ve değerlerine saldırılması ayrı bir meseledir.
Amerika’da, Avrupa’da veya Rusya’da yapılan birtakım film, müzik, âyin ve dînî merasimlerin benzerlik göstermesi, kendi inanç ve ahlâk dünyalarının ortaklığını gösterebilir. Ancak bu “Hıristiyan” ve “Yahudi” ya da daha korkuncu, “Allah inancından uzak (ateist, budist, şintoist vb.)” insanların ortaya koydukları eserler; İslâm’ın nezaket, nezahet ve edeb anlayışına ne kadar uyar? Bunları, “insanlığın ortak değerleri” olarak pazarlamak, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak demek” değil midir?
İslam’ın bizden istediği edep ve hayâ prensipleri ile Batı kültürünün ortaya koyduğu modeller birbirine hayli uzaktır. Onların “insanî” olarak ifade ettikleri, görünüşte “mâsum” kabul edilen anlayış ve yaşama tarzları ise, aslında insanla veya insanîlikle yakından uzaktan ilişkisi olmayan yaklaşımlardır.
O yüzden değişen, değiştirilemeye çalışılan edep anlayışımızı, İslam ve Kur’ân gözlüğü ile tekrar gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu gözlüğü çıkardığımız zaman, olması gereken farkları da göremeyiz. Kendimiz göremediğimiz gibi çocuklarımıza, nesillerimize de farkını anlatamayız.
Meselâ toplumumuzda, küçük yaştakilerle büyük yaştakilerin bir “edeb” ve “hitap” çerçevesi vardır. Eşler birbirlerine, çocuklar, anne-babalarına hitap ederken birtakım sıfatlar ekleyerek konuşurlar. Adıyla, soyadıyla ya da ağza alınmayacak kaba ifadelerle birbirine seslenilmez. Zira İslâm’a göre insan, hangi yaşta veya cinsiyette olursa olsun muhteremdir. “Bey amca, beyefendi, hanımefendi, ağabey, Ahmet Bey, Ayşe Hanım” gibi ifadeler; bizim kültürümüzden süzülüp gelen nezaket yüklü söyleyişlerdir. Bugün gençler, birbirlerine argo, küfür ve hakaret eden kelimelerle hitap etmekte; anne-babalarına, büyüklerine sadece isimlerini söyleyerek ya da küçültme anlamına gelecek hafif kelimelerle seslenmektedir.
Bunun temelinde yatan sebep, bizim kültürümüzü, hürmet, muhabbet ve şefkat şekillendirirken; Batı kültürünün ise “egoizm: bencillik”, kibir, gurur, menfaat ve şımarıklık üzerinde yükselmesidir.
Bugün içinde bulunduğumuz kültür erozyonundan çıkmanın yolu, kendi kültürümüzü, kendi değerlerimizi ve kendi “örnek insan” modellerimizi işlemekten geçer. İnsanlığın, “insan olma” ve “insan kalma”sı da buna bağlıdır. Çünkü batı anlayış ve değerlerinin, insanlığa sunacağı kurtuluş reçetesi kalmamıştır. Onlar, kendi kirli inanç, ahlak ve değerlerini bütün insanlığı mahvedecek tarzda toplumların üzerine boca etmişlerdir. Bugün insanlık olarak geldiğimiz iflas ve tükeniş noktası, Batı kültür ve medeniyetinin çaresizliğinin isbatıdır. İnsanlık, edeb ve hayâ gözlüğü ile tekrar fıtratına dönmedikçe, dünya çapındaki bu ahlâkî soykırım bitmeyecektir.
YORUMLAR