Edeb, en öz şekliyle, bir insanın haddini bilmesidir. Bu haddini bilmek, kendisini yaratan Rabbine karşı olur. Kendi kulluğunun farkında olan insan, yaratılış gâyesi olan “kulluk vazifeleri”ni hakkıyla yapmaya çalışır. Bu hususta aczi veya zaafları yüzünden meydana gelen hatalar sebebiyle de Allâh’a karşı tevbe ve nedâmet hisleri ile dolu olur. Kalbi, bu sebeple mahzun ve kırık olmalıdır. Tevbenin sıhhatinin şartı, günahlardan pişmanlık duymak ve onları bir daha işlememek için var gücüyle gayret göstermektir.
Edebli insan, her ân kalbini muhafaza etmeye çalışır. Orası, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Orada yabancı duygu ve düşüncelerin yerleşmesine fırsat vermez. Hâne sahibinin hoş görmeyeceği her türlü günah, isyan, şirk ve benzeri kötü hasletleri kalbinden temizlemekle meşgul olur. Yine kibir, riyâ ve haset gibi kalp hastalıklarını da tevâzû, ihlâs ve kanaat ile temizler.
Kalb, dünya sevgisinden arındıkça, Allâh’ı anmaya müsait hâle gelir. Nurlanır, berraklaşır, zikre elverişli, tertemiz bir hâl alır. Bu hâle gelen kalb, dışarıya da güzellikler yaymaya başlar.
Hasan Basrî Hazretleri, bu hâle ermiş takvâ sahiplerinin özelliklerini anlatırken şöyle buyurur:
1-Sözde doğrudurlar.
2-Yapılan sözleşmeye, verilen ahde tam riâyet ederler.
3-Akrabaları ziyaret ederler.
4-Zayıflara yardım eli uzatır, merhametle onları kuşatırlar.
5-Öğünmek ve kabara kabara yürümekten uzaktırlar.
6-Ellerinin ve gönüllerinin eriştiği her yere iyilikle uzanmak isterler.
7-Yüce Allâh’a yaklaştıracak güzel ahlâkla süslenmişlerdir.
Bu hasletlerin hepsi, kalbin saflaşması ve tezkiye olması neticesinde insanın iç âleminin güzelleşmesi ve sonra da bütün mahlûkâta bu güzellikleri arz etmesidir.
Dikkat edilirse, Allâh’ın huzurunda haddini bilen insan, diğer insanlara da aynı şekilde kibar, efendi ve edeb ölçüsünde yaklaşır. Onların da kendisi gibi “yaratılmış” varlıklar olduğunu bilir, görür. Onlara tepeden bakmaz. Kalbinde kibir, gurur bulundurmaz. Onları kendisinden daha üstün görmediği için onlara kendisini beğendirmeye, yani riyâya gerek duymaz.
İnsanlardan bir şey beklemediği için hâlini de âlemlerin Rabbi olan Allâh’a arz eder. O, insanları ve hattâ bütün mahlûkâtı, Allâh’ın rızâsını kazandıracak vesileler olarak görür. Mü’min yeryüzü gibi, kendisini çiğneyenlere bile mütevâzî bir şekilde davranır. Gönül kazanır, ama gönül kırmaz. O hangi kötülüğe mâruz kalırsa kalsın, kendisinden sadece iyilik ve güzellikler ortaya çıkar.
Edeb ve hayâ konusunda, sadece insanların arasındayken değil, her an, gündüz ve gece dikkatli ve hassas olur. Çünkü insanların görmediği yer ve zamanlarda da Allâh’ın ve meleklerinin her ân kendisini görüp gözettiğini bilir. Ve asıl utanılması gereken varlığın insanlar değil, Cenâb-ı Hakk’ın bizzat kendisi olduğunun farkındadır. Onun tek bir gâyesi vardır; Allâh’ın rızâsını kazanmak… Bu dünyayı ve bu dünyada karşılaştığı her hâdise ve her insanı, bu büyük gâyenin gerçekleşmesine vesile olacak vasıtalar olarak görür. Rabbim, bizi de edeb ile nûrlanıp edeb ve hayâ tâcını giyen bahtiyar kullarından eylesin. Âmin.
YORUMLAR