Kendi kendime diyorum ki; Şişli, Kadıköy, Moda.. gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam olarak nasiplerini alamıyorlar. O semtlerde minare görülmez, ezan işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar, çocukluğun Müslümanlık rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları ve anaları, havası ve toprağı Müslümanlık rayihası ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, ilk ders olarak Besmele’yi öğrendiler. O kitabın gülyağı gibi rûhu olan sarı sahifelerini kokladılar. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler. Camiler içinde şafak sökerken tekbirler dinlediler. Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler. Hayata girdiler, Türk oldular, Müslüman oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle, yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar. Eskisi kadar derin bir tecessüsle değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde, alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocuğunun en güzel rüyasını görmüyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki, ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra, milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey, bu yavrulara Türklüğü ve Müslümanlığı hissettirmiyor.
Âh büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallerde Müslümanlığın nûru belirir, beş vakit ezan işitilir. Asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşelerinde bir türbenin kandili yanar, hâsılı o köşe imana gelirdi. Cedlerimiz frenk mahallelerin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik. Fakat o yerler, Müslüman rûhundan ârî, çorak ve kurudur.
Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler, uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki, baştan başa yenileşen şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri, çan sesleri işitilir. Bu manzara halkın dinini, milliyetini hatırlatır. O şehirler, bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ârî değildir.
Artık Türk Milleti’nin rûhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır. Büyük kitlede yine o rûh var. Fakat biz, son nesil, bir sürü gibi büyük kâfileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk. Daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kâfileye iltihâk edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyânetini mezcedip, bizi çoraklıktan, bu karanlık, bu ufûnetten kurtaracak mürşitler, şâirler, edipler, hatipler yetişmedi. Fakat gayet tabiî bir revişle, büyük kâfileye, kendi kendimize döneceğiz.
Dört sene evvel Büyükada’da otururdum. Bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile gece hiç uyuyamadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın mahalle içindeki sakat yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vâiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözü bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini camide gördüklerine şaşırdılar. Orada, o saatte toplanan “ümmet-i Muhammed” içine bir yabancının girdiğini zannediyorlardı. Ben, içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar, bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp “Muhammed” sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yek vücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçük camii içinde, şafakta, aynı milletin, aynı rûhlu bir cemaati idim. Namazdan çıkarken kapıda ayandan Reşit Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu. “Bu bayram namazında iki defa mesudum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm. Berhudar ol oğlum. Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti.” dedi. Hem geldiğimi, hem de bayramımı tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden, pek samimî olarak mahzûzdular. O sabah gönlüm her zamandan daha fazla açıktı.
* Bu yazı ilk defa, 1922 yılında yayınlanmıştır.
Yahyâ Kemâl BEYATLI
YORUMLAR