Peygamber Efendimiz, Ehl-i Beyt’ini ümmetine emânet etmiştir. Onların haklarına saygı gösterilmesi, ihtiyaçlarının giderilmesi, sevgi ve ihtiramla bağrına basılması; ümmet-i Muhammed’in üzerine yüklenmiş bir borçtur.
Emevî ve Abbâsîler döneminde tamamen siyâsî kaygılarla bir müddet Ehl-i Beyt düşmanlığına varan menfûr hâdiseler gerçekleşmişse de İslâm Tarihi boyunca, Müslümanlar, farklı coğrafya ve milletler olarak Ehl-i Beyt’i bağrına basmıştır. Hattâ onların haklarının zâyi olmaması için bu işi birtakım prensiplere bağlamış ve onlarla ilgili müesseseler kurmuşlardır. İşte “Nakîbü’l-Eşraf” tabiri bu şekilde ortaya çıkmış ve gelişmiş bir kavramdır. Şimdi bu ifadeyi ve tarih içinde geçirdiği aşamaları ele alalım:
Nakîb/Nukabâ
Bir topluluğun, bir cemaatin veya bir kabilenin neseb ve durumlarını en iyi bilen, onların reisi veya vekili olan kimseye, Arapça “nakîb” denir. Çoğulu ise, “nukabâ”dır.
İslâm tarihinde ilk defa Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından ikinci Akabe biatları esnasında tatbik edilmiş ve Hazreç kabilesinden 9, Evs kabilesinden de 3 kişi kabilelerini temsil etmek üzere “nakîb” seçilmiştir.
Daha sonra ise bu kavram, biraz daha özel bir mânâya gelmeye başlamış ve Peygamber Efendimizin soyundan gelenlerle ilgilenen ve bu gayeyle, siyâsî otorite ile teşrîk-i mesâîde bulunanlara, “Nakîbu’l-Eşrâf” denmiştir.
Peygamber Efendimiz ve âilesi (Ehl-i Beyt) zekât ve sadaka alamadıkları için kendilerine ganimetten pay ayrılmış ve ihtiyaçlarının Beytülmâlden yani devlet hazinesinden karşılanması esası getirilmiştir. Bu, hem onların tesbit edilip zekât ve sadaka almamaları, hem de ihtiyaçlarının ümmet-i Muhammed tarafından temini açısından devlet kademesinde planlanması gereken bir zarûretti. Hem böyle bir maddî sebeple, hem de Ehl-i Beyt’in tanınıp bilinmesi, gerekli muhabebt ve hürmetin gösterilmesi için onları tesbit ve idâre hususunda bir teşkîlâtın kurulması gerekmiştir. Nakîbu’l-Eşrâflık müessesesi de bu şekilde oluşmuştur.
Nakîbu’l-Eşraf’ın Vazifesi
Nesl-i pâk-i necîbten (Peygamber Efendimizin pâk soyundan) gelmiş bulunan “seyyid” ve “şerif”lerin işlerine bakmak, neseplerini kayd ve zabt etmek, doğum ve ölümlerini deftere geçirmek, onları âdi (basit, sıradan) bir sanata girmekten ve fenâ hallerde bulunmaktan alıkoymak, haklarını korumak, sülâleden olan kadınların küfüv (denk) olmayanlarla evlenmelerine mâni olmak gibi vazifeleri îfa eder.
Bu târifte sıralanan vazifeler için tayin edilen nakîbu’l-eşrâf, yine Peygamber Efendimizin soyundan gelenler arasından tayin edilirdi.
Bu vazifeler sayılırken geçmekte olan kavramları da kısaca hatırlatacak olursak, ifade daha net anlaşılır diye düşünüyoruz.
“Şerîf”, Peygamber Efendimizin kızı Hazret-i Fâtıma ile damadı Hazret-i Ali’nin evliliğinden dünyaya gelmiş bulunan torunu Hazret-i Hasan Efendimizin neslinden gelenler…
“Seyyid” ise, aynı şerefli âileden olup Peygamber Efendimizin mübârek torunu Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelen kimseler…
Şerîf ve Seyyid olan kimselerin kimler oldukları, nerede doğdukları, anne-babalarının Peygamber Efendimize kadar uzanan soylarının “şecere” şeklinde tutulması, kayda alınması ve bunun âile içinde elden ele nakledildiği gibi, devlet makamlarınca da kontrol edilmesi sûretiyle “kayıt işlemlerinin güvencesi”…
Diğer taraftan bu soydan geldiği tesbit edilen insanlar için, hakir ve basit görülen sanat ve iş kollarında çalıştırılmaması, o necip soya gölge düşürecek söz ve davranışlardan muhafaza edilmesi, haklarının korunması ve hatta evliliklerinde bile ahlâk ve dindarlık açısından bu soya denk olmayan kimselerle evlendirilmemeleri gibi “muâmeleye dâir hususlar”…
* * *
Aslında benzeri vazife ve hizmetler, hemen hemen İslâm Dünyası’ndaki bütün Nakîbu’l-Eşraflar tarafından da yürütülmekteydi. Meselâ Mısır’da bulunan Nakibu’l-Eşrâf, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma’dan dünyaya gelmiş kimselerle ilgili bu vazifeyi îfâ etmekteydi. Onların soylarını araştırır, aralarındaki anlaşmazlıkları çözüp karara bağlar ve onları gayr-i ahlâkî hâllerden uzaklaştırırdı. Fâtımîler zamanında bu makama “Nikâbetü’t-Tâlibîn” denirdi.
Emevî ve Abbâsî dönemlerinde gerçekleşen Hilâfet mücadeleleri sebebiyle birçok baskılara mâruz kalan seyyid ve şerîfler, İslâm Dünyasının her tarafına dağılmışlardır. Gittikleri yerlerde pek çok itibar görerek kendilerine devletlerden tahsisatlar bağlanmıştır. Selçuklular ve bilhassa Anadolu Selçukluları da seyyid ve şerifleri tesbit ederek onlarla ilgilenen devletlerden birisidir.
Müteseyyid
İslâm Âlemi’ndeki bu yoğun ilgi ve hürmet sebebiyle, aslında bu âlî nesepten gelmediği ve seyyid-şerîf olmadığı hâlde seyyidlik iddia eden kimseler de çıkmıştır. Bunlara “Müteseyyid” yani seyyid görünmeye çalışan kimseler adı verilmiştir.
Bu ve benzeri durumlarda kimin gerçek hak sahibi olduğunu tesbit etmek için seyyid ve şerîfler için husûsî defterler tutulmuş, doğan her çocuğun anne ve babası ile birlikte kaydı bu defterlere işlenmiştir. Osmanlı Devleti, bu işi daha sıkı tutmuş, kendisi devlet arşivi ve nakîbu’l-eşraflık müessesesi üzerinden defter tutmakla birlikte, seyyid ve şeriflere de “temessük” adı verilen tanıtıcı kimlik belgeleri tanzim etmiştir.
Osmanlı’da Nakîbu’l-Eşraflık
Nakîbu’l-Eşraflık; Osmanlı devlet teşkilatında, bir yönüyle idârî, diğer yönüyle ilmî teşkîlâta bağlı bir yapı arz eder. Osmanlı’da “ilmiyye sınıfı” çok imtiyazlı bir sınıf olarak kabul edilirdi. Ancak ilmiyye sınıfına gösterilen hürmet ve itibardan daha fazlası, Peygamber Efendimizin soyundan gelenlere karşı gösterilmiştir. Halifeler tarafından bu vazifeyi yürütenlere yazılan berat ve fermanlarda makamın şânına uygun ifadeler kullanılırdı. Protokolde de Nakîbu’l-Eşrâf, diğer bütün devlet erkânının önünde yer alırdı. Bu sebeple padişahların cülûs, yani tahta oturma merâsimlerinde padişahı ilk tebrik eden kimse de Nakîbu’l-Eşrâf olurdu.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip bunu müteâkip “Hâdimu’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn: Mekke ve Medîne’nin Hâdimi” ünvânını almasından bir asır önce, daha Yıldırım Beyazıd zamanında (1389-1402) Osmanlı Devleti’nde bir “Nakîbu’l-Eşrâf” tayin edilmiştir.
* * *
Osmanlı toplumunda, seyyid ve şerîflerin tanınması, onlara gereği gibi hürmet ve muhabbet gösterilebilmesi için başlarına yeşil sarık sarmaları istenmiştir. Yeşil sarık sarmak, seyyidliğin en önemli işâretidir. Siyâdetini (seyyidliğini) isbat edemeyen kimselerin ise, başlarına böyle bir sarık sarmalarına müsaade edilmemiştir.
Ancak bütün bu hürmet ve muhabbetin yanı sıra, hukuk ve kanun önünde, seyyid ve şerifler, diğer insanlarla eşit haklara sahiptiler. Herhangi bir suç işledikleri takdirde, diğer insanlar gibi cezalandırılırlardı.
1908 senesine kadar bin kuruş maaş alan Nakîbu’l-Eşrâfların aylığı, daha sonra beş bin kuruşa kadar çıkarılmıştır. Osmanlı devlet ve toplumunda büyük bir yeri bulunan Nakîbu’l-Eşrâf müessesesi, adı geçen devletle birlikte tarihe mâl olmuştur.
Daha geniş bilgi ve kaynaklar için bkz: Prof. Dr. Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1999, sh: 257-261; DİA, “Nakîb”, “Nakîbü’l-Eşrâf”, “Nikâbet” maddeleri, c: 32, sh: 321-324)
YORUMLAR