Doksanlı yılların başlarında, henüz dindar insanlar için markaların oluşmadığı yıllarda Ankara’da öğrenciydik. Ankaralı bir arkadaş, bizi kuzeninin kınasına davet etmişti. O yıllarda dindar hanımlar, kumaşçılardan kestirdikleri ince kumaşları başörtüsü olarak kullanırlardı. Gelin kızımız da üniversite mezunu ve tesettürlü idi. Çeyizinde o dönemler, hattâ şimdi bile boykot ettiğimiz yabancı bir firmanın epey de pahalı olan eşarplarını görmüş ve kendisine kızmıştık:
“-Dindar olduğun hâlde nasıl izin veriyorsun, müslümanların kanını emen bu adamların malını almaya, hem de fakiri-fukarayı unutup dünyanın parasını ödeterek!” demiştik, o günkü idealizmimiz ile…
Kızın annesi bize iyi bir çıkışmıştı:
“-Bizde âdet, gelin kızların birkaç tane bu markadan eşarbı olur. Aksi hâlde kınanır. Gün gelince, sizler de öğreneceksiniz bu incelikleri!..”
Şaşırmıştım, kadınların dünyasında, marka tutkunluğunun gövde gösterisi ve gereklilik şartı olduğuna... Gelin kızımız da:
“-Boş verin, marka kısmını eşarbın içine koyarım kimseler fark etmez. Ben zaten o markayı üzerimde taşımaktan utanır, hayâ ederim.” demişti.
Kimseyi susturamayıp, istediği gibi takvalı yaşayamayınca kendince çıkış yolları bulmuştu; markayı saklamak.
Ama zaman hiç de öyle olmayacağını gösterdi. O dönemler, çalışmayan, ama eğitimli ve dindar hanımlar; dernekler, vakıflar kurup kendilerini topluma adayan projeler oluşturmaya başlarlarken yeni bir şey daha oluşturuyorlardı, “İslâmî moda”… Toplantılarında bir araya geldikleri zaman markayı, eşarbın içine falan koymuyorlar, bilhassa arkadan gösteriyorlardı. Birbirlerinde gördüklerinin aynını taklit ediyorlardı; eşarbından eteğine, çantasından ayakkabısına… Sözüm ona, daha zevkli ve gösterişli olduklarını gösteriyorlardı. Biz öğrenci olduğumuz için burs almaya gittiğimiz zaman onları görürdük. Karlı günlerde dahî, yün eşarp örtmez, üşümek pahasına ipek eşarplarla toplantılara gelirlerdi. Yün eşarpla, yün çorapla hanım toplantılarına katılmayı çok ayıp karşılar, buz gibi havada donmayı üst tabaka kadınların îmâlı bakışlarından, “görgüsüzce giyinmiş” yaftalarından kurtulmak için yeğlerlerdi. Dinin emirlerine göre yaşadığını söyleyen kesim bile toplum baskılarından, kurallarından kendini kurtaramıyordu. Değişmeyen tek şey varsa, o da değişimin tâ kendisi idi. Şeytan tesettürlerine karışmıyordu bu hatunların; ama samimiyeti, ihlâsı bozmak için marka giyinmenin asilzâdelik, güngörmüşlük olduğunu nefisle birleşerek, sağdan yaklaşarak kalplere fısıldıyordu. Sesi de çok çıkmıyordu, ama nefisler çok iyi duyuyordu.
Öğrenci kısmı, kumaşçılardan başörtüsü kestiriyordu kestirmesine de; toplumun genel kabulleri öylesine güzel esir almıştı ki, çalışmaya başlar başlamaz hanımlar hemen bir marka eşarp alıyorlardı. O dönemler evlenecek öğrenci arkadaşlar, eş adayları ile görüşmeye giderken arkadaşlarının marka eşarplarını başlarına geçirip öyle gidiyorlardı. Doksanlı yılların sonlarına doğru, dindar hatunlarda böylesi bir alım kapasitesi olduğunu keşfeden firmalar hemen bu fırsatı kaçırmamak için yeni başörtüsü markaları oluşturmaya başladılar. Bununla da kalmadı, bir de baktık, markalı tesettür giyim mağazaları oluşmuş. O yıllarda Ankara’da İslâmî câmia, kıyafetlerini, büyük sitelerin çok yakınlarında kurulan dikiş atölyelerinde diktirirlerdi.
Esasında bu marka tutkusu, şeytan ile başlamıştı. Çünkü o, kendisini bir marka kabul ediyor; ateşten yaratılan bir markanın, topraktan yaratılandan daha üstün olduğunu düşünüyordu. Öylesine büyük mücadele verdi ki, iş, cennetten kovulmaya kadar gitti. “Ben sıradan varlıklardan farklıyım ve üstünüm!” düşüncesi, pek şeytânî bir düşünce idi; ama dindar insanlar, bu şeytanî düşünceyi iyi tahlil edemedi. Sıradan olmadığını, güngörmüş bir âileden olduğunu ispatlamak istercesine, dindar hatunlar, bu duruşu çok beğendiler. Madem kendileri bir giyim tarzı oluşturamıyorlardı, bu konuda âciz kalıyorlardı, o zaman başkalarının sırf bu hanımlar kendilerini mutlu ve ayrıcalıklı hissetsinler (!) diye oluşturdukları birbirinden farklı kreasyonları memnuniyetle kabul ettiler. Çok sevdiler. Paralar havalarda uçuştu, düğünler, toplantılar, kokteyller şenlendi, renklendi. Artık insanlar en güzel, en zevkli, en zarif giyinen olmak için, hatta ikon (!) olmak için yarışıyorlardı. Hem hayır kurumları kuruyor, hem de giyim kuşamda bir çığır açıyorlardı.
Üstün ve farklı olduğunu ispat etmek için toplumun genel-geçer kabulü, dış görünüş olduğu için; ilimde, irfanda yarışılmadığı için dindarların bakışları da dış görünüşe çekildi. Değişiklik ihtiyacı, süslenme özentisiyle toplum hayatına giren “geçici yenilik” denilen “moda”, kısa dönemli giyim kuşam tiplerinin renklerinin Avrupalı, Amerikalı -sözde büyük- moda ustalarının tercihlerinin bütün dünyaya dayatıldığı giyim-kuşam ambargosu, dindar insanlar arasında da rağbet gördü. Evde eskimemiş, ama modası geçmiş kıyafetler dururken, o kış hangi renk, hangi model, hangi kumaş cinsinin giyinileceği, etek boyundan, pantolon tipine kadar yabancı modacılar tarafından belirlenip, nasıl giyineceğini bilemeyen kadın ve erkeklere takdim ediliyordu. Müntesipleri, hemen itaat edip bir sonraki kış ve yaz, yeni renk, yeni stil, yeni tasarımlarla oluşturulan yeni kıyafetlere dolaplarda yer açılıyordu. Böylece her yıl en az beş-on kıyafet gardıroplara giriyordu. Bir önceki yılın kıyafeti eskimiş oluyordu artık. Tertemiz, aşınmamış, bozulmamış, ama modası geçmiş kıyafetler sandıkları dolduruyordu. Yeniler alınıyordu.
Şeytan israfı sever. Bir eşyası varken ve kullanılır hâlde iken, değişim ihtiyacını körükleyerek, süslenme özentisi ile insana yepyeni mâmuller aldırır. Al, al, al tüket… “Tükettikçe mutlu olursun!” der moda kurucuları... Dış görünüşte yarış varsa, keselerin ağzı açılmalı, çünkü marka seven şeytan, markayı para ile bol bol israf ederek alır.
“Senin değerin, kullandığın eşyaların değeri kadardır.” bakış açısı ile markalar yerleşir insanoğlunun yaşantısına. “Şeytan kibirlidir, kibri teşvik eder” marka kullanımı ile... Şeytan hava atmayı, ilgi çekmeyi, farklı olmayı, bütün bakışların üzerinde olmasını sever. İster mahrem bakış olsun, ister nâmahrem. Onun için fark etmez. Görülebilirlik, onun için önemlidir. Onun için hayatta en önemli gerçek, görünüştür, kendini nasıl tanıttığın, reklam ettiğin, gösterdiğindir.
Baş örtmenin bile modası değişiyor artık... Küçülttükçe küçülteceksin baş örtüsünü... Ya da şal yapabilirsin, ama mümkünse câhiliye kadınlarının ki gibi olsun. Yani arkaya doğru bağla, omuzlarından aşağıya salınmasın.
Televizyonda bir haber programı seyretmiştim; tesettür anlayışının yıllar içinde nasıl değiştiği anlatılıyordu. Dindar genç kızların görünüşte tesettür olan, ama icraatta hiç de öyle gözükmeyen bir giyim tarzında oldukları konuşuluyordu.
“-Bu kızların ablaları, okullarda çok hor görüldüler; bunlar da kabul görmek için bu yolu tercih ettiler.” denildi.
O an kanım dondu, doğrusu evet, bizler başörtülü olduğumuz için okullarımızdan atılmıştık. Bizi gören kardeşlerimiz, bizi okullardan kovanlardan kabul görmek için:
“-Ben örtünüyorum, ama köylü kadınlar gibi değilim; ben medenîyim ve entellektüelim, dünya görüşüm var, sıradan değilim.” diyorlardı.
O zaman dış görünüşünü değiştir; için boş bile olsa, dış görünüşüne göre karar veriyoruz ya!.. Hemen senin için deyiverelim:
“-Bu aydın, ama kapalı, entellektüel bir hanımdır. Nereden mi bildim; giyinişine baksana… Köylü gibi mi giyiniyor.”
Yeni nesilde gençler, birbirinin giyimini beğenmeyince birbirlerine “köylü”, ya da “amele” diyorlar. Gençler, bu komedi ile, kendileri gibi olmayanları köylülükle, amelelikle yaftalayarak kendilerinin üstünlüklerini îmâ ediyorlar.
Hanımın biri şöyle diyordu:
“-Kur’ân başınızı örtün der, tarzı ile uğraşmaz, herkes kendi zevkini, beğenisini konuşturur. Bu alan, son derece serbest ve geniş bir alandır.”
Tesettürün köylücesi, şehirlicesi de vardı artık... Şimdi köy-kent ayrımı da kalmadı, iletişim organları sağ olsun, İstanbul’daki Neşe ile köydeki Fatma artık aynı kıyafetleri giyiniyor.
Şeytan, kadınları kullanmayı çok seviyor. Sinema ödül törenlerinde hep kadın artistlerin kıyafetleri kırmızı halıda çekilir. Kıyafetlere milyarlar harcayan kadınlar, dekoltede yarıştıkları kıyafetlerini en ünlü modacıların kreasyonlarından seçip aldıklarını bağıra bağıra anlatırlar. Moda, kadın için hazırlanır, çoğu kere... Erkeğin modası pek yok gibidir. Gerçi günümüzde erkeklerin giyim tarzları ile de oynamaya başladılar.
Kadın, belli markaların pırlantasını alır, belli markaların tencere tavasını alır. Belli markaların tülünü, perdesini koltuğunu, porselenini alır. Belli markaların kıyafetlerini alır. Marka elektronik eşyaları sever. Marka halıya oturur, marka koltuğa yaslanır. Marka çantasını omzuna takar, marka eşarbı başındadır. İsterse milyonlar olsun!.. İyi bir terzinin diktiği kaliteli bir kumaş pantolon, etek, ceket neden giyinilmesin de büyük alışveriş merkezlerinde kat be kat pahalı markalar giyinilsin? İyi bir mobilya ustasının emek sarf ederek yaptığı oturma grubu neden alınmasın da illâ ki marka bir oda takımı kullanılsın?
Cevaben hemen yapıştırırlar: “Allah güzeldir, güzelliği sever.” Oysa unutulur, güzellik modada ve markada değildir. Ve güzellik tek çeşit ve sadece dış görünüşte değildir.
Arkadaşın kızı, daha beş yaşında olduğu halde marka oyuncakları ve marka kıyafetleri pek iyi bilirmiş. Dayısı kendisine, hediye kazak aldığını söyler, bizimki hemen sorar:
“-Markası ne?”
Daha kazağı görmeden; “Markası ne?”
Çağımız, tam bir kölelik çağı… Giyimime kuşamıma, kullanacağım eşyalara ben değil de toplumun kabul gördüğü markalar karar veriyorsa; ben mavi giymeyi sevdiğim hâlde moda renk nar rengi diye hiç de sevmediğim bir rengin kıyafetini üzerimde taşıyorsam, benden âlâ köle mi olur?
Gençler, giyim kuşamlarına ana-babalarının karışmasını aslâ istemezler, hürriyetlerini kısıtlanmış kabul ederler. “Sen hâlâ annenin kazağını mı giyiniyorsun?” diye birbirleri ile alay ederlerken, markaların kulu-kölesi olur; onlar nasıl giyinmeleri gerektiğini öğütlüyorsa harfiyen uyarlar. Böylesi bir baskının içinden sağlam çıkmak çok büyük bir fazîlet... Bu da sadece dînî, millî ve mânevî duygular ile eğitilmiş, fazîletli olmayı her şeyin önünde gören, Allâh’ın rızâsını, her dâim kulun rızâsının önünde tutan yüksek karakterli, özgüvenli, ne olduğunu bilenler sayesinde mümkün olacak.
Şunu hissettim ki, insanın ilmi, mânevî dünyası fakirleştikçe köleliği daha çok artıyor. Dış görünüşüne daha çok değer veriyor. Var olmak için, beğenilmenin, görünmenin peşinden koşuluyor. İnsanların takdirleri, sevilen bir kişi olmanın gâyesi olarak kabul etmekte... Kendini güvende ve mutlu hissetmek ise, beğenilmek, alkışlanmak, parmakla gösterilmek olarak algılanmakta… Bir insanın hayatı boyunca okuduğu dînî-ilmî kitaplar bir-ikiyi geçmezken okuduğu-incelediği moda ve marka katalogları yüzlerceyi geçiyorsa, bu, apaçık dünyevîleşme değildir de nedir? Algılamada problem olunca, dünyaya bakış tarzında bir problem olunca mutsuzluklar, depresyonlar, kendisini değersiz hissetmeler de hemen peşinden gelmekte…
Prof. Dr. Nevzat Tarhan:
“-Marka tutkusu sebebiyle gençler depresyona giriyor. Yasal olmayan davranışlara yöneliyor.” diyor.
Marka merakının bir tutkuya dönüşmesinde âilenin de büyük bir rolü olduğunu savunarak ekliyor:
“Âile, çocukluğundan itibâren, «Çocuğum en iyisine lâyık. Ona her şeyin en iyisini almalıyım.» mantığıyla hareket ediyorsa, çocuk büyürken en iyilerle büyüyor. Çocuk, en iyi seyahati, en iyi arabayı ve en iyi evi istemeye başlıyor. En iyisinin ölçüsü çocuğa verilmeli. En iyinin ölçüsü marka değil, hem kaliteli, hem ucuz olmalı.”
Marka tutkusu sebebiyle hayatı altüst olan âileler olduğunu, bunun için anne ve babasının kredi kartlarını izinsiz kullanan, hatta sınır konduğunda annesine şiddet uygulayan gençler bulunduğunu, gençlerin kimilerinin dürtülerini kontrol edemez hâle geldiğini söylüyor Prof. Dr. Nevzat Tarhan Bey…
Tasavvuf dersinde Melâmîlerden bahsedilmişti. Şems-i Tebrîzî de bir Melâmî dervişi olduğu için çok hoşuma gitmişti “Melâmîlik”… Melâmîlik, insanların otoritelerini yerle bir eden: “Bunu yaparsam, el ne der?” endişesinden beri olmak için “el ne der”ler dinine savaş açmış ve halkın beğenmesini ayağının altına almış bir ekoldür. Onlar için esas olan; “Allah ne der? Ben bunu yaparsam Allah sever mi?” endişesi olduğu için onlar dinlerini Allâh’a has kılıp, kulları direkt onların gözünde kötü görünerek devre dışı bırakırlar.
İfrat ve tefritten Allâh’a sığınırız; görünüşte bu ekol, hoş görülmese de, çağın dayatmalarına bir ültimatom verme gibi olduğu için şahsen hoşuma gider. “Eller dîni”, “atalar dîni”, hak dînin önüne geçiyorsa, toplumun takdirleri, Allâh’ın emir ve yasaklarının üstünde görülüyorsa, o zaman böyle veya başka bir şekilde muhâlif bir duruş sergilemek gerekir.
İslâm toplumunun asırlar önce içine düştüğü lüksü, israfı, şa’şaalı yaşantıları, lüks binaları gören Ebû Zer el-Gıfârî Hazretleri:
“-Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle yaşamamıştı, sizin yaşantınız Sünnete de Kur’ân’a da uymuyor!..” diyerek Şam halkının dünyevîleşenlerine savaş açmıştı.
Soluğu Halife Hazret-i Osman’ın yanında alan Şamlı dünyevîleşenler, Ebû Zer’i istemediklerini söylemişlerdi. Her ne kadar Hazret-i Osman:
“-Zühd hayatı baskı ile yaşanmaz!..” diye nasihat vermişse de Ebû Zer mücadelesinden vazgeçmeyince Rebeze’ye sürgün gitmişti. Müslümanlar moda ve marka tutkuları ile iyice dünyevîleştiler. Onlarla mücadele edecek Ebû Zerler, Rebeze’ye gönderildiler de bizim mi haberimiz yok?!.
YORUMLAR