Emanetler Dünyasındayız
Her gün üzerimize doğan güneşle beraber bize verilen “zaman”, yeni bir günün başlangıcına kadar omuzlarımıza yüklenmiş bir emanettir. Varlığı ile ilâhî bir emanet olarak insana yüklenen onlarca emanet vardır sırtında… “Can” emaneti, “akıl” emaneti, “ruh” emaneti ve tabiî ki “îman” emaneti… Bütün bu emânetlerin farkında olarak hayatın her ânını, “bir emanet şuuru içinde yaşamak” bir mü’minin olmazsa olmaz vasıflarındandır.
Bu emanetlerin sayısını artırmak mümkündür. Lâkin her bir emânetin insanı bütünleştiren, bir başka yönü, değeri ve derinliği vardır. Bu emânetler içinde çok önemli bir tanesi vardır ki, genellikle üzerinde fazla durulmaz. Bu, “duygu” emânetidir.
Duygu, insanda zâhiren görünmeyen, ama tesirleri ve neticeleri itibariyle her anımıza yön veren çok önemli bir özelliktir. İnsanın duyguları, düşüncelerine tesir eder. Düşünceleri, davranışlarını geliştirir. Davranışlar da alışkanlıklara ve kısaca bir hayat tarzına dönüşür. O hâlde duygu; insanı şekillendiren, onun düşünce ve davranışlarına birinci derecede kaynak teşkil eden en büyük sâiktir.
Duygular, insanı yüceltebilir de, onu tanınmaz bir hâle getirip alçaltabilir de…
İnsanı, “insan yapan” duyguların başında merhamet gelir. Merhamet, Allâh’ın bütün canlı varlıklara farklı nispetlerde taksim ettiği “rahmet” sıfatının yansımasıdır. Gıdalanmak için bir geyiği vahşice avlayan aslanın, kendi yavrusuna şefkat ve merhametle sahip çıkması; bu duygunun onun kalbine ilâhî bir el tarafından yerleştirilmesindendir. Ama merhametin en çok yakıştığı varlıklardan birisi insandır. İnsan, merhameti sebebiyle kıymet kazanır, rûhu rakîkleşir, cömert ve fedakâr olur. Bu misalde görüldüğü üzere, duygular da kendi hemcinslerini bir araya toplar ve zıt duyguları uzaklaştırır.
Duygular Ne Mânâya Gelir?
Müsbet veya menfî bütün duygular, insan hayatının bir parçasıdır. İnsan, duygular arasında gel-gitler yaşar. Öfkeliyken sevinçli, mutluyken hüzünlü olabilir.
Bazı duygular vardır ki, temelleri çok derinlere kazınmıştır. İnsanın bütün davranışlarını şekillendiren şuur altı bir faktör gibi, her an insanla beraberdir. Meselâ îman ve küfür; minnet ve şükran duyguları ile nankörlük ve benlik duygularının yansımasıdır. Îman nasıl bütün duygu ve davranışları şekillendiren ana duygu hâline dönüşüyorsa, çocuklukta yaşanan hâdiselerin tesiriyle meydana gelen sevgi, nefret, kıskançlık vb. duygular da çoğunlukla bütün hayatı şekillendiren ana duygulara dönüşebilir.
İnsan kalbinin bir yansıması olan duygular, yaşanan hâdiselere, karşılaşılan insanlara göre zaman içinde değişkenlik gösterebilir. Hatta bazen aynı an içinde birçok duygu iç içe girebilir. Meselâ insan, hem sevgi, hem üzüntü, hem hasret ve hem de kavuşma duygularını “bir duygu bombardımanı gibi” yaşayabilir.
Duygular, insanın başka insanlarla, hatta bitki ve hayvanlarla münasebetlerini bile şekillendirir. İçi öfke dolu olan bir insan, kendisine sevgi ile sırnaşan bir kediye tekme atabilir, sanat hârikası kadar güzel bir çiçeği hoyratça koparabilir. Aynı şekilde içi sevgi, merhamet ve hayranlıkla dolu olan birisi, en kötü manzaralar içinde bile kendisini mutlu edebilecek bir tablo bulabilir.
Duygu ve düşünceler sürekli olarak etkileşim hâlindedir. Genellikle iç içe yaşanır. Sadece bugünle alakalı değildir, geçmişteki hâdiselerin tesirini de üzerinde taşır.
Duygular, insanları belli şekilde davranmaları için motive eder. Onların motor gücünü oluşturur.
Duygular, bazen de çevremizdeki insanlara karşı birtakım önyargılara ve peşin hükümlere sebep olur. Kendi tecrübe, bilgi ve duygu yoğunluğumuz sebebiyle, o an gördüğümüz manzaradaki insanlara çeşitli “etiketler” vurur; onları ya sahiplenir ya da dışlarız.
İnsan, duygularının mahsulü ve onların mahkûmu gibidir. O yüzden duygulara tesir etmek, onları şekillendirip eğitmek çok önemlidir. Peygamberler ve onların yolundan giden Allah dostları, insanlara Allâh’ı sevdirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Kendi hayatlarında, insanları tiksindirecek, korkutacak, tedirgin edecek bir hâl bulunmamasına gayret göstermişlerdir. Zira insan, sevdiğine râm olur; nefret ettiğinden uzaklaşır.
Modern Dünya, İnsana Makine Gözüyle Bakıyor
Modern anlayış, insanları tek potada eriten, onları birer “sayı” ve “istatiksel veri” olarak gören bir yapıdır. Cenâb-ı Hakk’ın her insanda farklı farklı tecellî ettirdiği duygu hazinesi, bu hastalıklı anlayışta önemsenmez. İnsanlar, sanayi devriminin ve teknoloji çağının ölçüleriyle, üretim-tüketim çarkının sıradan dişlileri gibidir.
Bu durum insan gerçeğini görmek ve anlamaktan uzaktır. O, farklılıklar içinde bir bütündür. O farklı kültür ve medeniyetlerle bir zenginlik ve renklilik oluşturur. Herkesin aynı model ve renklerle giyinmesi, aynı tip gıdalarla beslenmesi, ortak bir havuzdan bilgi ve sanat devşirmesi; belki zorlamalarla “küresel bir insan tipi” oluşturabilir, ancak dünya çapında büyük bir kitleyi, kendisini tanımaktan ve kendisi gibi olmaktan uzaklaştıracağı da âşikârdır.
İnsanı fizikî mânâda devre dışı bırakmanın yanında, duygu ve ruh bakımından da devre dışı bırakan bir anlayışın; insanlığı getirdiği nokta, merhametsizlik, hodkâmlık, bencillik, menfaatperestlik, hazza tapmak ve şiddettir.
İslam, Merhamet Medeniyetidir
Tarih boyunca pek çok bölgede yüce, fıtrî ve çok renkli bir medeniyet inşâ eden İslâm, insanı en iyi tahlil eden, ona en uygun huzur yolları gösteren bir hayat dinidir. O, idealler ve iddiaların ortaya atarak, kuru kuruya bir sistem tasvir etmemiş; bilakis bu sistemin her türlü çağda, mekânda ve insan karakterinde nasıl uygulanacağını da yaşatarak ispat etmiştir.
Bugünün herc ü merci içinde, savruk bir insan ve medeniyet tasavvuru hâlinde görünse de gerçek İslâm’la yoğrulmuş insan, modern çağın problemlerine de en uygun ilacı sunabilecek yegâne tabiptir. Bu tabibin en belirgin vasfı da “merhamet”tir.
İnsanın duygu dünyası tahrip edilirse, ondaki insanî bütün vasıflar tek tek zarar görür ve kaybolur. İnsanı, küllerinden tekrar dünyaya getirecek en önemli vasıf, yine merhamettir. Kalbinde merhamete en büyük pâyeyi veren insan, tedavi ve ıslah sürecinin nasıl tekrar yoluna girdiğini rahatlıkla görecektir.
Peygamber Efendimizin nebevî dâveti de tamamen “merhamet” ve “muhabbet” üzerine kurulmuştur. O, canlı canlı toprağa gömülen kızlardan, sırtına çokça yük vurulmuş hayvanlara, kirletilen sulardan yakıp kavrulan böceklere kadar umûmî bir merhametin kalplere yerleşmesi için gayret etti. Çünkü o, “âlemlere rahmet” bir Nebî’ydi. Onun zarif dokunuşlarıyla, her şeyi öldürüp kaldıran acımasız insanlar, âdeta bir kuşun kanat çırpmasıyla heyecanlanan duygu dolu insanlar hâline geldi.
İşte bu medeniyet, “Sordum sarı çiçeğe” diyerek kanadı kırık çiçeklerle konuştu, “Dolap niçin inilersin?” diyerek cansız varlıklarla hasbihâl etti. Bu duygu derinliği, İslâm’ın zarif, nâzik, anlayışlı, merhametli ve muhabbetli insanını yetiştirdi. Bugünkü kaba, sıradan, rekabetçi, tek düze ve anlayışsız çağa, yine böyle “güzel” ve “duygulu” insanlar gelmeli, değil mi?
Böyle insanların sayısının çoğalmasıyla âileler yine şenlenecek; kavga, gürültü ve anlamsız kaprislerin yerini birbirini sevgi ve merhametle kucaklayacak, anlayış ve hoşgörü ile birbirinin açığını kapatacak fertler yetişecek… Âilelerden taşan bu sevgi ve merhamet havası, sokak sokak şehirleri ve ülkeleri dolaşacak ve bütün atmosfer, buram buram merhamet kokacak…
YORUMLAR