Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi beyi, bir asker zâbiti olan Dürriye Anne, ilerleyen yaşına rağmen, dînî meclislere katılmaktan büyük bir mânevî haz alır ve anlatılanları can kulağıyla dinlerdi. Vefât ettiğinde 86 yaşındaydı.
Son zamanlarına kadar Mûsâ Efendi’yi ziyâret eder ve kendisine yer gösterilmesine rağmen, o yaşlarında bile dizleri üstüne oturmayı tercih ederdi.
Son derece muhabbetli idi. Herkesle candan ilgilenirdi. Herkes de kendisini çok severdi.
Bir gün canı ızgara istemişti. Mutfağa girdi, hazırladı. Sonra da:
“-Bu, nefsim için oldu. Rabbim bana hesâbını sorar!..” diyerek hazırladığı et yemeğini bahçedeki hayvanlara paylaştırdı. Kendisi de yoğurt ekmek yedi. Niçin böyle yaptığı sorduğumuzda:
“-Misafirle yenirse suâli yok. Nefsimiz için yersek nefis palazlanır.” dedi.
Tabiî bu büyük insanların hâli!.. İnsan, helâlinden olduğu müddetçe, canının istediklerini yemekte serbesttir. Ancak buradaki ölçü, nefsin her istediğinin yerine getirilip, onun dizginlerini yitirme korkusundan kaynaklanan zühd ve takvâ duygusudur.
O yaşlı hâlinde, tâdil-i erkân ile namazını kılar, sırtını hiç yaslamadan otururdu. Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını anlayarak ve gözlüksüz bir şekilde okurdu.
Bazen beyi onun hâlini anlamaz, iyi gelir diye kendisine sinir ilaçları verirdi. Bir yandan da hasta yatağından içip içmediğini kontrol ederdi. Dürriye Anne de, içiyormuş gibi yaparak ilaçları cebine atar, beyini üzmemeye çalışırdı.
Birlikte pek çok Bursa seyahatimiz olmuştur. İstanbul’dan ayrılırken, İstanbul’da medfun sahâbe ve evliyâya Fâtiha-i Şerîfe ve üç İhlâs-ı Şerîf okurlar, Bursa’ya yaklaştığımızda da oradaki evliyâullâha duâlar ederdi. Âdeta o şehre girmek için mânevî himmet istenir, kendileri mânen ziyaret ve memnun edilmiş olurdu.
Ezân okunur okunmaz, namazlarını ilk vaktinde îfâya çalışırdı. Bazen konaklama yerlerine yaklaştığımız hâlde, namaz kılmayı geciktirmek istemez, ilk fırsatta edâya çalışırdı. Kendisine:
“-Yaklaştık, isterseniz vardığımız yerde namaz kılalım!..” dediğimizde:
“-Evladım, oraya varmaya ömrümün yetip yetmeyeceğini bilemem.” diye karşılık verirlerdi.
İnsanların kendisine hizmet etmesine râzı olmazdı. Etrafındaki insanlar isteyerek bir hizmet ifa edecek olurlarsa, kendilerine teşekkür ve duâ ederdi.
Bir seferinde ayağı takılıp düşmüş:
“-Geçmiş olsun!..” dediğimizde:
“-Evladım hata yaptım, çiçeklere dalıp Rabbimin zikrinden geri kaldım. Bu, bana bir ikâzdır!..” diye cevap vermişti.
Hayatı boyunca pek çok bâdirelerden geçmiş ve evlat acısı görmüştü. Başından geçen bu hâdiseleri anlattıktan sonra:
“-Malımızdan, canımızdan ve evlatlarımızdan imtihan olacağız. Bu dünya bir misafirhane!..” diyerek ilâve ederdi:
“-Beni Rabbimden ayıran hiçbir şeyi istemem!..”
İnsanın en büyük engelinin nefis olduğunu söyler ve şöyle izah ederdi:
“-İç âlemin eğitimi, çok zor ve karışık bir meseledir. Bu, araba sürmeye benzer. Düz yolda arabayı sürmek kolaydır, ama engebeli ve kaygan yollarda, uçurum kenarında araba sürmek, ayrı bir mahâret, ehliyet ve dikkat ister. Zâhirî amellerine bakarak insan hakkında karar vermek zordur. İnsanın üstünlüğü, damarına basıldığı zamanlarda belli olur. Çileler, imtihanlar insanı olgunlaştırır. Cenneti ucuz mu zannettiniz? Boş durmak yok!.. Yerine göre sabır, yerine göre hizmet. Pişmemiz lâzım!..”
Teheccüdü hiç ihmal etmez, erken istirahate geçtikleri için geceleri rahatça ihyâ ederdi. Seher vaktinde sevdiklerini de uyandırır:
“-Seherler ve dînî meclisler kalbi uyandırır, muhabbeti 24 saat taze tutar ve böylece iman kuvvetlenir.” diye tembih ederdi.
Halk içinde Hakk’ı bulanlardandı. Pendik’te evinin etrafında zeytin ağaçları vardı. Zeytin’in çok kıymetli olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsi geçtiğini anlatarak o ağaçların altında tefekkür ederdi. Cenab-ı Hak, kendilerine gani gani rahmet eylesin. Âmin.
YORUMLAR