Nasıl geçtiğini bile anlayamadığımız, akıp giden ömrümüze emanet olarak sunulmuş; bize ecdad tarafından kanlarıyla sulanarak hediye edilmiş bu güzîde vatan toprakları için bir mihenk taşıdır Çanakkale Zaferi… Şairin dediği gibi:
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğün bu tepeler, Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Kahramanlar can verir, yurdu yaşatmak için… Can veren pervaneler misali uçup giderler Cennet-i Âlâ’ya… Müjde verenlerin en güzeli Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur:
“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (el-Bakara, 154)
Çanakkale’ye ve dahî içimize yolculuk yapacağımız bir yazı olsun bu... Zamana “Dur!” diyerek ve o günlerle râbıta kurarak okuyalım…
* * *
2 Haziran 1915’te Kolağası (Yüzbaşı) Mehmed Tevfîk, Çanakkale Harbi’nde bir İngiliz mermisi ile yaralanmış ve şehîd olmadan önce şu mektubu yazmıştı:
Ovacık yakınlarındaki Ordugâhtan
20 Mayıs 1331 Çarşamba.
“Sebeb-i hayatım, feyz-i refîkım,
Sevgili babacığım ve vâlideciğim,
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamd olsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümîdim olmadığından, bir hâtıra olmak üzere, şu satırları yazıyorum.
Hamd ü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderât-ı ilâhiyye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lâzımsa öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i refîkım ve hayatım oldunuz. Hak Teâlâ Hazretleri’ne nihâyetsiz hamd ve sizlere sonsuz teşekkürler ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Vatanıma olan mukaddes vazifemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehîdlik rütbesine kavuşursam, Allâh’ın en sevgili kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğumdan, bu her zaman benim için pek yakındır.
Sevgili babacığım ve vâlideciğim!
Gözbebeğim olan hanımım Münevver’i ve oğlum Nezihciğimi, önce Cenâb-ı Hakk’ın sonra sizin himâyenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise, lütfen yapmaya çalışınız. Servetimizin olmadığı mâlumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstersem de boşunadır.
Refîkama (hanımıma) hitâben yazdığım kapalı mektubu, lütfen kendi eline veriniz! Tabiî ağlayıp üzülecek; tesellî ediniz. Allah Teâlâ’nın takdiri böyle imiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refîkamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha geniştir. Kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Rûhumu şâd ediniz! İşlerimizin düzeltilmesinde refîkama yardımcı olunuz!
Sevgili hemşirem Lütfiyeciğim!
Bilirsiniz ki, sizi çok severdim. Sizin için gücümün yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir. Beni affet, mukadderât-ı ilâhiyye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!
Ey akrabâ ve dostlarım, cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz! Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun!
Elvedâ, elvedâ! Cümlenizi Cenâb-ı Hakk’a tevdî ve emânet ediyorum. Ebediyyen Allâh’a ısmarladık, sevgili babacığım ve vâlideciğim...
Oğlunuz Mehmed Tevfîk”
* * *
Böyleydi vedâlar, böyleydi sevdâlar… Bir mektup ve birçok hisse, alabilene… Vatan sevgisi, anne-baba ve eş, çocuk sevgisi kelimelere dökülemez elbet… Kelimelerin de gücü yetmez buna… Ama o yıllarda yazılan bir mektup, herkesin gönlüne hüznü yerleştirmeye ve o günlere alıp götürmeye yetiyor.
Çanakkale’ye giden her vatansever askerin gönlündeki yiğitlik ve mertliğin yanına yüreğinde taşıdığı sarsılmaz îmanı ve merhameti eşlik etmiştir bu satırlara... O engin yüreğin sahipleri, yeri geldiğinde düşman askerine bile merhamet etmekten kaçınmamışlardır.
Çanakkale Harbi yıllarında kaymakam olarak vazife yapan ve vatan için fedâ-yı cân eden Hasan Bey’in son anlarında yaşadığı ibretlik hâdiseler şöyle vukû bulmuştur:
“Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. Yine siper ve süngü savaşlarının birinde Mehmetçik, Fransızları püskürtmüştü. Savaş alanı, Fransız askerlerinin yaralıları ve cesetleriyle doluydu. Savaş sırasında süngü savaşı sona erdiğinde, iki taraf da kendi yaralılarını toplamak üzere savaş alanını dolaşırlardı.
Yarbay Hasan Bey de kendisine refakat eden iki askerle birlikte yaralılarını toplamak üzere savaş alanını gezmekteydi. O sırada bir Fransız askerinin yerde kıpırdadığını gördü. Yaralı olduğunu zannederek yardım maksadıyla Fransız askerinin üzerine eğildi ki, ölü taklidi yapan hâin, sakladığı hançerini Yarbay Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Hasan Bey, bir anda kanlar içinde yere yığıldı. Yarasından oluk oluk kan akmaktaydı. Yarbayın yanındaki askerler o hâinin işini bitirdi.
Birden, silkinir gibi oldu ve yanındakilere:
“-Beni ayağa kaldırınız!” dedi.
Bunu duyan ve yerde yaralı, perişan bir hâlde yatan komutanlarının hâlini gören iki asker şaşırdılar. Ayağa kaldırıp kaldırmamak hususunda tereddüt ederek birbirleri ile bakıştılar. Komutan Yarbay Hasan Bey, bu defa askerlerine daha sert bir ifadeyle:
“-Beni kaldırın!” dedi.
Askerleri onu yavaşça ayağa kaldırdılar. Üstü-başı kan içinde ve ellerini namazda gibi bağlayan Hasan Bey, gözlerini ufuklara dikerek kelime-i şehâdet getirdi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuştu. Ardından saygılı bir biçimde sözlerine devam etti:
“-Niye zahmet buyurdunuz, yâ Rasûlâllah?”
Bu ifadeler Yarbay Hasan Bey’in son sözleri olmuştu.
Tevekkeli boşa söylememiştir, “Çanakkale Şehitlerine” şiirini yazan Mehmet Akif Ersoy:
“Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”
Niyâzımız odur ki, bu kıssalar gönlümüze tefekkürü bir borç kılsın. Düşünelim; “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı” derken Mehmet Akif ne demek istemektedir? Düşünelim, ecdâdımıza lâyık evlâtlar mıyız diye?
Günümüzün maddî kaygıları, dünyevî sıkıntıları arasında boğulup giderken bir an olsun durup düşünelim; ev almak, okul bitirmek, para kazanmak, mevkî sahibi olmak mıdır hayatın esas gâyesi? Çanakkale rûhu ile donanması gereken bizlerin sun’î bir hayat yaşamaları ve ömürlerini bu şekilde tüketmeleri ne kadar yakışık alır?
Son birkaç yılın mevzuu olarak şu hususa da Çanakkale vesîlesi ile değinmek gerekir:
“-Suriye’li kardeşlerimizin vatan topraklarımızda ne işi var, neden devlet kucak açıyor, neden bu kadar yardım yapılıyor? Neden buradalar?” gibi birçok soru soruluyor. Dönüp bir bakalım Çanakkale’ye…
Türkiye’nin Çanakkale’de en çok şehid verdiği il Tokat iken; Halep, Tokat’ın iki buçuk katı şehid vermiş. Şam, Tokat’ın bir buçuk katı şehid vermiş. Bu sebeple:
“-Bize ne Suriye’den!” diyemeyiz.
Bu soru ve itirazların cevabı Çanakkale’de saklıdır. Bakü’den, Bosna’dan, Yemen’den gelenlere, “Bize ne?” diyemeyiz. Çünkü onlar, İstanbul ve Çanakkale düşecek iken “Bize ne?” dememişlerdir.
Bu can kardeşlerimizle ân gelmiş bir yudum suyu, bir lokma ekmeyi paylaşmışız; ân gelmiş gömüldüğümüz bir karış toprağı paylaşmışız. Binlerce yiğit koyun koyuna birlikte yatmaktadır Çanakkale’de…
Çanakkale bizim için bir muhâsebe ve tefekkür vesîlesi olsun.
Çanakkale şehidlerimizi minnetle yâd ederken, azîz ruhları için bir Fâtiha-i Şerîfe ve üç İhlâs-ı Şerîf okuyalım. Ruhları şâd, mekânları Cennet olsun. Rabbimiz, bizi onlarla kevser havuzunda buluştursun. Âmîn.
YORUMLAR