Güçlünün sözünün geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Hakkın üstün olduğu bir dünyayı ise özlüyoruz, özleyeceğiz. Kendi iktidar alanımızda hakkın geçerliliğini ve sürekliliğini tam mânâsı ile ikâme edememişken umûmun derdi ile dertlenmek çok inandırıcı olmuyor. Teessüfler olsun ki, etrafımızda her an üzüldüğümüz, kırıldığımız, incindiğimiz onlarca hakka mugâyir hâdiseler oluveriyor.
Mü’min, önce kendine söz geçirebilmeli; bu irâdeyi kazanmalı ve bunun için gayret sarf etmelidir. İrâdesi güçlü mü’minin, idâresi de güçlü ve istikrarlı olur. Dolayısıyla insan kendisinden başlamalı!.. Gücün değil, hakkın ve hakkâniyetin fazilet sayıldığı bir dünyanın oluşması için bütün davranışlara mü’minlik rengini vermelidir.
İnsanın yaratılışında mutlak bir “eşitlik” değil, mutlak bir “adâlet” vardır. O yüzden insanlar, farklı kabiliyet ve meşreplerde yaratılmışlardır. Ve her insana takdir edilen kader çizgisi de farklıdır. Sırrına muttalî olamadığımız kader gerçeği, bizim idrâkimizin üzerinde ilâhî bir tasarruf neticesinde oluşur. Bunu sorgulamak, bir yönü ile îmanı sorgulamak mânâsına gelir ki, bu da müslümanlığın temel prensipleri ile bağdaşmaz.
Allah, bazı insanları varlıklı, bazılarını fakir; bazılarını daha akıllı, bazılarını ise idrâki kıt olarak yaratmıştır. Bunun gibi bazı insanlar, dünyaya fizikî yönden sağlam, bazıları ise bedenen engelli gelmişlerdir. Hattâ bazılarının kaderinde yetim olmak varken bazıları ise, bütün hayatları boyunca çileler içinde yaşar. Diğer taraftan bazıları ise, saraylarda, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeden lüks içinde bir hayat sürdürmektedirler.
Bütün bunlar, bir imtihan dünyasında olduğumuza işaret etmektedir. Şu dünyada milyarlarca insan var ve her insanın kendine ait bir dünyası, o dünyada yaşadığı sevinç ve acıları vardır. Bu kadar farklılıkların olması Allâh’ın adâletine inanma gereğini ve hangi konum ve durumda olursak olalım, hakkın tarafında bulunmak gerektiği gerçeğini değiştirmez.
Rabbimiz, Hicr Sûresi’nde:
“…Mü’minlere kol-kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyuruyor.
Buradaki birinci muhâtap, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Allah, kullarını Rasûlü’ne emanet ederek onlara bir mânâda sahip çıkmasını tembihlemektedir. Onlara mütevâzi davranmasını, yardıma muhtaç olanlara yardım etmesini, kimsesizlere sahip çıkmasını, yetimlere şefkat göstermesini istiyor. O’nun şahsında, bu âyet-i kerîmenin tabiî muhatapları olarak bizlere de aynı hatırlatmayı yapmış oluyor.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşadığı ve İslâm’ı tebliğ ettiği toplumun sosyal yapısını düşündüğümüzde, zenginliğin bir “güç unsuru” olarak kullanıldığını, zayıfın horlanıp bir “hiç” olarak kabul edildiğini, ancak elinde gücü bulunduran kimselerin her hâlükârda “haklı” olduğunu görürüz. Hâl böyle olunca, toplum içerisindeki zayıf, kimsesiz ve yetimler âdeta sahipsiz kalıyor; her an horlanarak itilip kakılıyorlardı. Allah Rasûlü, Rabbimizin ikazları ile onlara ayrı bir hassasiyet gösteriyordu.
Rabbimiz, Kehf Sûresi’nde şöyle buyuruyor:
“Sabah-akşam Rablerine duâ ederek O’nun rızâsını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşı dayan. Dünya hayatının süslerine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!’’ (el-Kehf, 28)
Mekke’nin kendini beğenmiş zenginleri, Peygamber Efendimizin fakir ve yoksullara değer vermesine bir türlü anlam veremeyip hiddetleniyorlardı. Hattâ Efendimiz’in yanına geldiklerinde içeride bulunan fakir ve kölelerin dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Âdeta onlarla aynı karede buluşmayı kendi gururlarına yediremiyorlardı. İşte Kehf Sûresi’ndeki bu âyet, onların bu tavrı üzerine nâzil olmuştur.
“Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.” (el-Hucurât,13) âyet-i kerîmesi gereğince Allah Teâlâ, Rasûlü’ne insanlar arasında fark gözetmemesini ve zayıf müslümanlardan gözlerini ayırmaması gerektiğini ifade buyuruyordu.
Kur’ân-ı Kerîm, “yetim” üzerinde hassasiyetle durur. Kendisi de bir yetim olan Peygamber Efendimize âdeta bir hatırlatma yaparcasına, Duhâ Sûresi’nde:
“Yetimi sakın üzme, senden bir şey isteyeni azarlama!..” (ed-Duhâ, 9-10) buyruluyordu.
Bu âyet-i kerîme, bize iki hususu öğretmektedir: Birincisi, yetime iyi davranmak; diğeri ise bizden bir şey isteyen her kim olursa olsun geri çevirmemek ve onun isteğini mâkul bir şekilde karşılamaya çalışmaktır. Özellikle civarımızdan başlamak üzere, fakir ve yetimlerin âdeta bir dayanağı, sığınağı olmamızı Rabbimiz bizden istiyor.
Mâun Sûresi’ndeki âyet-i kerîme de çok sarsıcıdır:
“Dini yalan sayan kimseyi gördün mü? İşte o, öksüzü incitir, yoksulu doyurmak için önayak olmaz.” (el-Mâûn,1-3)
Mü’min, kalp kıvamı yerinde olan insandır. Merhamet ise, mü’mine nasip olan bir güzelliktir. Etrafına kayıtsız kalmayan ve yanıbaşında çekilen acıları yüreğinde hisseden insandır, mü’min… Mâûn Sûresi’nde geçen, “yoksulu inciten kişi”nin bazı rivâyetlerde Ebû Cehil olduğu ifade ediliyor. Ebû Cehil’in neyi temsil ettiğini ifade etmeye gerek yok. Zaten âyetin başında, “dini yalan sayan kimse” olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla merhametten mahrumiyet, katı kalplilik, bir mânâda Ebû Cehil hasleti sayılabilir.
Sa’d ibni Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:
Biz altı kişi, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte oturuyorduk. Bu hâli gören müşrikler, Peygamber -aleyhisselâm-’a:
“–Şunları yanından defet! Bize karşı saygısızlık etmeye kalkmasınlar.” dedi.
Orada benden başka Abdullah ibni Mes’ûd, Hüzeyl kabilesinden biri, Bilâl ve adlarını vermek istemediğim iki kişi daha vardı. Müşriklerin bu teklifi üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbinden (kendisine kırılmayacağımızdan emin olduğu için) bizleri oradan uzaklaştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: «Sabah-akşam Rablerinin rızâsını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!..» (el-En’âm, 52)” (Bkz: Riyazü’s-Salihîn, c: 2, H. No: 362)
Demek ki Allah Teâlâ, bütün benlikleriyle Rablerine bağlanmış olan o fakir, yoksul ve köle kullarının gücendirilmesine izin vermiyordu. Kalplerindeki sarsılmaz îman sebebiyle her biri cihâna bedel bu fakir müslümanları gördükçe Rasûlullah Efendimiz gülümser ve:
“–Merhaba, kendileri yüzünden Rabbimin beni azarladığı insanlar!..” diye gönüllerini alırdı. Allah Rasûlü onlarla oturmayı sever, onlardan biri kalkıp gitmedikçe yerinden ayrılmazdı.
Bugün insanlar, ne kadar medenî olduklarını iddiâ etseler de, câhiliye zihniyeti hüküm sürdükçe “cins, ırk, renk, soy ve sınıf farkı” bitmiyor.
Rabbimiz, bizlere de merhamet pınarından hissedar olmayı, civarımızdaki yetim, fakir ve gariplerin dertleri ile dertlenme bahtiyarlığını nasip eylesin. Âmin.
YORUMLAR