DÜN DİYE ANDIĞIMIZ BUGÜN OLSUN

Bize uzak gibi görünen, fakat bize en yakın zamanlara gitmek ister misiniz? Gelin o âsûde zamanlara gidelim, gidelim de bir daha geri dönmeyelim.

Neden mi dönmeyelim?

Orada nice güzelliklerin rengi, sevdaların ahengi var. Orada dâim pür-tebessüm, zarâfetine doyum olmayan, dost bakışlı insanlar yaşar. O güzel insanların evlerine misafir olalım. Bahçelerinde gelincik şerbeti içelim. Gelin, o demleri seyreyleyelim, bir daha kaybetmemek üzere...

Semânın kandilleri sönerken, bizim mahallede de gün ışımaya başlamıştı. Bekçi Baba, elindeki kandili söndürüp direğe astıktan sonra bir koşuşturmadır başladı. Çocuklar sıbyan mektebine gitmek üzere toplanıyorlardı. Etraf çocuk cıvıltılarıyla doldu taştı. Bu cıvıltılar bî-edep değil, pür-edep hâlinde tatlı şakımalardı. O altın zamanların çocukları dahî kendi yaşının üstünde asâlet ve olgunluğa sahiptiler.

Bekçi Baba, toplanan kafileyi gözden geçirdikten sonra hep birlikte yola revan oldular. “Bir anda karşımıza çıkıveren bu Bekçi Baba da kim ola acep?” diye soruyorsanız, cevap vermek büyük bir zevk olacak…

Bekçi Baba, eski zamanların yüreğe en yakın insanıdır. Mahalledeki herkesin şefkatli babasıdır. O yaşlı ve dulların sularını taşır, her türlü yardımlarına koşardı. O çocukların emânetçisiydi. Heybetinden hırsızlar korkar, kimse kimseye yan gözle bakamazdı. O âsûde zamanların, heybetli görüntüsünün altında yumuşacık bir kalp taşıyan, canlı bir şefkat âbidesiydi.

Mahalle ve şehirlerde herkes sabahın ilk feyizli şebnemleriyle yüzünü gözünü yıkar, sabah namazını kılar, sonra da hayat başlardı. Evlerde de hanımefendiler, Kur’ân’ını okur, ardından kahvaltı hazırlıklarına başlanır. Eee ne de olsa evin beyefendisi maîşet temini için yola koyulacaktır, çocuklar da mektebe... Baba ve çocuklar, duâlarla uğurlanır, sonra herkes kendi mes’ûliyetinde olan kapısını ve etrafını süpürürdü. Böylece mahalle ışıl ışıl olurdu. Sokak ve çarşıların temizlikleri de ellerinde süpürgeleri, sırtında küfeleriyle dolaşan vazifeli çöpçüler tarafından yapılırdı. Etraftaki gayr-i müslimler de Türklerin temizlikteki asâletleri karşısında hayranlıklarını gizlemezler, bunu her dâim ifade ederlerdi.

Burada günün hangi vaktinde olduğunuzu öğrenmek için saat aramanıza gerek kalmaz. Çeşit çeşit maniler söyleyerek geçen bir seyyar satıcının sesiyle zamanı öğrenirsiniz.

“-Kırmızı tomato, ondan olur salata!” diyen seyyar satıcı, öğleye henüz üç saat olduğunu hatırlatır.

“-İğneci, makaracı!..” sesiyle de vakit ikindiye yaklaşıyor demektir.

Şu etrafında çocuklar toplanmış muhallebiciye de bakın, ne mânîler söylüyor:

“Muhallebim kaymaklıdır

Tabaklarda revnaklıdır

Medhedenler pek haklıdır

Küçük beyler gelin alın”

Bu vatan topraklarında, şehirlerin kalbinin attığı yer câmiler, mahallelerde ise mescidlerdir. İşte, İmam Efendi de mescidden çıkmış, etrafı şöyle bir süzüyor. Başında sarığı, sırtında cübbesi, etrafa feyyaz ve himayeci ışıklarını saçıyor. O kapıdan çıkıp, diğer evin kapısını çalıyor. Arz-ı hâli olan, dert ve sıkıntı çeken var mı diye merak içinde çırpınıyor. Çünkü o, din mübelliği olduğu kadar, bizzat payitahtın vazifelendirdiği mahalle lideridir. Hem muhtarlık makamında da tüm işlerden sorumludur.

Bizim mahallede yine bir telaş var herhâlde… Yalnız bu tatlı telaşlara benziyor. Nergis Hanımla Âfitâb Hanım, ellerinde çeyiz bohçalarıyla nereye gidiyorlar dersiniz?

Avârız vakfına tabiî... Avârız Vakfı, evlenme çağına gelmiş, maddî imkânları yeterli olmayanları evlendirir, fakir fukarânın maîşetini temine yardım eder. Vakıf medeniyetinin âlicenaplığının yansıması bu vakıf, mahallelinin zor zamanlarında can simidi gibidir.

Eski mahallelerden hiç eksik olmayan külhanbeyleri vardır ya!.. Onları da anmadan geçemeyeceğim. Bakın, bakın; andığımız anda köşeden çıkıverdi! Attığı nâraları, zemini titreten adımları bir anda çözülüveriyor. Ne oldu dersiniz? Çünkü sokaktan bir hanımefendi geçiyor. Şu külhanbeyine de bakın!.. Genç hanımefendiyle göz göze gelmemek için duvara arkasını döndü. Rahatça geçsin diye bekliyor.

Âh efendim, âh!.. O günün külhanbeyleri dahî bugün arayıp da bulamadığımız bir iffet ve edebin sahibiydi.

İstanbul beyefendileri ise, bu edep kültürünün canlı âbideleri! Osmanlı’nın vakur çınarları gibi duruşunda benzersiz bir asâlet vardı. Yürürken yere düşen gözleri, Kur’ân’a ayaklarını uzatmayan ceddi Osman Gâzi’nin sahip olduğu, dâim uyanık bir edebi hatırlatır. Bakışlarında ulu çınarı altı asır ayakta tutan firâset gizlidir. Bu firâset, her konuştuğu kelimeyle ağzından inci taneleri gibi dökülür.

Ya hanımefendiler!.. Konakların kapılarını çalıp hem o hayatı bir bir film şeridine dizelim, hem de hanımefendilerle müşerref olalım. Zamanlarının büyükçe bir kısmı, evlerde geçerdi. Bunlar âtıl bir şekilde kaybedilmiş zamanlar değildir. Bilâkis Osmanlı’nın genlerinde taşıdığı zarâfet, firâset, letâfet, sehâvet ve asâlet, bu evlerde yetişen hanımefendilerin aldığı eğitimle kazanılmıştır.

Konaklarda dadıların elinde büyüyen kız çocukları, Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra dil eğitimi ve pek çok ders almaktaydılar. Şimdilerde otuza yakın yaşlarda öğrenilen hayata dair pek çok şey, o devirlerde on iki-on üç yaşlarında öğrenilebiliyordu. Her genç kız, muhakkak dokuma tezgâhının başına oturtulur, giyeceği elbiselerin kumaşlarını dokuması şart koşulurdu. Her köşe gergef, nakış işleriyle, el emeği göz nûru ile doluydu. Yüreklerde yanıp tutuşan yüksek duygularla işlenirdi motifler...

Bugün evlerde kullandığımız hazır gıdaların hiçbiri yoktu elbet… Salçalar, turşular, reçeller, konserveler kış gelmeden hazırlanır, kavanozlara dizilirdi. Hazırlanan şeylerden mutlaka, kavanozlarla komşulara da dağıtılırdı. O âsûde zamanların insanları, vermenin bereketine inanırlar ve o bereketle yaşarlardı. Evlerin içerisinde bahçeye bakan pencerelerin önünü baştan başa kaplayan sedirler ve üzerine sanki hiç oturulmamış, kanaviçe işlenmiş patiska örtüler apayrı bir zevk işidir. Sabunla ovulmaktan ağarmış ahşap döşemelere basmaya kıyamazdınız.

Gittiğiniz her ev ve konakta o sedirlerde oturan pembe yanaklı, dantelli beyaz tülbentli, evin büyük hanımı veya ninesini görürsünüz. Evde onların sözü ve tecrübeleri ayrı bir yer tutar, en güzel odalar onlara ayrılırdı. Küçükler, onların dizleri dibinde terbiye alır ve nasihatleriyle büyürlerdi.

Bakın, onlardan bahsederken Peyker Kalfa göründü. Ortalığı mis gibi sabun kokuları kaplamış. Konağın tahtalarını var gücüyle ovuyor. Revnakfer Dadı da Gülnihal ve Ârif Kemal’e mektebe gitmeden önceki son nasihatlerini ediyor. Büyük evlerde hizmet edip hâne sahipleriyle bir hayatı paylaşan bacı-kalfa ve dadılar, bir terzi kadar düzgün dikiş dikerler, ütü, kola, nakış, dantel gibi ince işleri en mâhir şekilde yaparlardı. Bu emektar şefkat nümûneleri, ev halkı tarafından çok hürmet görürlerdi. Öyle ki, evin büyükannesi onları dert ortağı ve sırdaş, çocuklar ise “ikinci anne” bilecek kadar yakındılar.

Evin hanımefendisi ve beyefendisi hatırlarını yüksek tuttukları bu emektarlara yalnız gençliklerinde değil, yaşlılıklarında da ihtimam gösterirlerdi. Hiç bir iş göremeyecek hâle gelmiş olsalar dahî, onların hizmetlerini görür, yakınlıklarını devam ettirirlerdi.

Bu zarif insanların birbirlerine hitapları, âdeta imbikten süzülmüş kelimelerdi.

“-Cenâbınız, zât-ı âliniz, emrinize âmâde kulunuz...”

“-Işığı uyandıralım ya da uyutalım.” gibi eşyaya dahî nâzik hitaplar kullanılırdı.

Bir beyefendi, kaba bir söz işitecek olsa:

“-Size kötü söz söylettirecek kadar küçük bir mevkiye düşürdüğüm için özür dilerim!..” derdi.

O altın zamanlarda, misafire hürmet dillere destandı. Hele uzak diyarlardan bir seferî geleceği duyulsa, hemen her evden yollara düşülüp misafir etmek yarışına girilirdi. Biri, diğerinden önce misafiri almışsa, o mutluluk ona yeterdi. Misafirden önce bereketinin geldiğine inanılan zamanlardı o zamanlar...

Şimdi ise yolda tanıdık kimseye rastlanıldığında insanların yönünü çevirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Evlerin bahçeleri âdeta misafir için düzenlenmişti. Buram buram karanfil kokularıyla dolup taşardı bahçeler... Karanfiller şimdi, kokularını o günlerde bırakmış gibiler.

Âsûde zamanlara mührünü vuran, sarmaşıklı çardakların altında ikram edilen gelincik ve gül şerbetleri nasıl unutulur!.. En hoş olan şey ise, misafire ilk defa geliyormuş gibi yapılan bir karşılama ve hoş sohbetlerdi. Bugün misafirden kaçan, bir “hoş geldiniz”i esirgeyen çocuklar ve gençler, o altın zamanlarda büyüklerin hemen kol altlarına girer, hâtıralarını zevkle dinlerlerdi. O zamanların en büyük kıymeti, saygı, hürmet ve nezâket idi.

Gelin, o altın zamanlara dönelim. Ata yâdigârı olan zamanlara, aslımıza dönelim... Dün diye andığımız, bugün olsun!.. Cenâbınız, zât-ı âliniz, hoşçakalınız efendim...

PAYLAŞ:                

Aysegül Balta

Aysegul Balta

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle