“Yâ Rab, kapıyı Sen kapattın, yine Sen aç,
İşte başımı hırkama çekiyorum.
Hüner nerede, ben neredeyim, doğru düzgün gönül nerede?
Hepsini sel aldı götürdü,
Yahut bir timsah yiyip yok etti, tümünü!
Seher vakti mücevherlerle süslü kılıcını gecenin karanlık kınından çekip çıkardığında,
Doğu güneşi geceyi dürer ve timsah, yediklerini kusar.
Yûnus gibi kurtuluruz o timsahın karnından,
Koku ve renk içinde yayılırız.
...
Bundan böyle,
Denizin üstünü çer çöp örtmesin diye
Senden sadece göz isteyeceğiz!” (Mesnevî, 6/2295 vd.)
Bir tahta parçasının üstünde kendime geldim. Su buz gibiydi, gözlerime dolan tuzlu suyun acısından hiçbir şey göremiyordum. Kendimi, tutunduğum tahta parçasına bıraktım, nasılsa Güneş doğacaktı, ısıtacaktı donmuş varlığımı…
Babamı kaybettim ben... Müşahhas (somut) acılar gibi yaktı, ateş düştüğü yeri… Ama Rabbim anneciğime sağlıklı, huzurlu, uzun ömür versin; babamı kaybetmenin acısı, hiç sönmeyecek bir kor imiş. Rabbim, babamı rahmetiyle bağışlasın, bir yanım ukbâya göçmüştür. Ukbânın gölgesi içime düşmüştür artık, dünya iskelesinden ayrılmıştır varlık gemim, yavaş yavaş uzaklaşacaktır ve bundan sonra, “Son durak, kara toprak!” dedikleri hakikat deminin kokusunu almıştır rûhum...
Dostum Mesnevî'ye elimin uzanması için ayın tam bir devir yapıp, dolup boşalması gerekti. Muharrem’in kanlı bir kılıç gibi sînemize dokunan yeni ayı, Safer’in gri yüzüne yerini bırakırken, evet, tam o karanlık suyun içinde bîtâp düşmüşken, uzak bir kıyıdan gelen martı sesleri gibi, dostum Mesnevî’nin çağrısını duydu kalbim.
Babamın vefat haberini aldığım sabahın gecesinde pîrim:
“-Nereye gidersen gir, bizden kopma!” diye fısıldadı, “Çünkü sen bizimsin, biz de seniniz; göz ile gündüz gibi.” (1358. Gazel)
Ürpermiştim, hep keşifler lûtfeden rahmet-i dil, böylesi eğilirse bir salkım söğütün suya eğilişi gibi, şiddetli bir sıcak fırtınasının işareti değil midir bu?
“Suyun sesini dinlemeye devam et, yavaş yavaş hayat bulacaksın!” diye ekleyince emin olmuştum hissiyâtımdan... Ve sabah namazı sonrası babacığımın vefat haberi...
“Dayanır mı, şişedir bu, reh-i sengzâre düştü” (Şeyh Gâlib)
Hepsi oldu. Hepsi dediği gibi gerçekleşti. Hem gittim bir yerlere, hem koptum bir şeylerden, hem karanlıkta kaldım, göz gözü görmez bir karanlıkta kim olduğumu unuttum... Çünkü kökünden kopmuş gibi hissediyor insan, babasını kaybedince; daha toprağa sımsıkı tutmamış bir fide gibiyken yerinden söküldüğünü... Suyun sesi uzaklaştı, ölümü solukladım...
“Hadi benden bir şey kabul et!” dedi dostum Mesnevî… “Kabul edersen;
- Kurtulacaksın bu sağlıksız kederden.
- Acı, seni âciz bıraktığı için değil, yıkık bir evde hazine bulduğun için ölümü arzulayacaksın. Seni esir alan açıdan değil, bebeğin süt isteyişi gibi ihtiyaçtan isteyeceksin ecelinin gelmesini...
- Dünyanın her yandan sana saldırdığını düşünüyorsun, sıyrılacaksın bu büyüden; yeniden ülfet ve muhabbet cephesi görünecek âlemin.
- Âh çektin ya denenmekten de, yakınlık ihtimalinden de; kalbine kan yürüyecek, damarlarına su...
“Nedir o şey?” dedim, “Ben ölmüş olsaydım babacığım nefesiyle âbâd ederdi kabrimi, ben ise nefes alamıyorum acıdan!.. İkimize de faydası dokunacak Rahmânî bir hâl diliyorum, kendim için. Nedir o bir şey ki, kalbime dolan katranı boşaltsın, temizlesin içimi, yerine gül suyu doldursun yeniden, nedir o bir şey?”
Gözlerimin tâ içine baktı. Onun berrak aynasında bir kurtçuk gördüm, dut ağacındaki bir yaprağa tutunmuştu, rüzgârla savrulup yer düştü yaprakla birlikte. Onun kıvranışında varlığımı gördüm. Kendi kıvrılışımı, bükülüşümü gördüm. Acının bana ettiğini...
“Gökleri ve yücelerdeki yıldızları,
İnsanları, peygamberleri ve kuşları yaratan,
Denizleri, obaları, dağları ve çölleri yaratan,
Saltanatı sonsuz...
Eşi benzeri olmayan Allah’tan başka ilâh yoktur.” dedi dostum Mesnevî…
Her dara düştüğümde, her kendimi kaybettiğimde, kendimden geçtiğimde otomatik pilot gibi devreye giren dost zikri fısıldadı kulağıma: Lâ ilâhe illâllâh...
Peygamberimin -en güzel selâmlar, O’na ve âline olsun- “Lâ ilâhe illâllâh de, kurtul!” buyuran sesi, bir şifâ pınarı gibi kaynadı yüreğimde...
“Kerem bu kurtçuğu uyandırdı; kurtçuk, cehâlet ejderhasını yedi ve ağaçlarla, meyvelerle dolu bir bahçeye dönüştü. Böyledir bahtı güzel olanın dönüşümü de...” (Mesnevî, 4/2537-38)
“-Nasıl?” dedim, “Dediğin bu dönüşüm nasıl gerçekleşiyor?”
“-Himmet-i âlî ile bu hakîr cehâletten kurtulurlar. Yani üstün çaba sarf ederek... İrfandan bir bahçedir dönüştükleri...”
İçine baktım; timsahı gördüm, Ay ışığında suya gömülürken... Kurtçuğun, kelebek olma rüyası görürken gülümsediğini gördüm sonra... Harıl harıl kozasını örmüş, kapanmıştı içine. Kanatlarında irfandan bir bahçe taşıyan kelebeklerle dolu şimdi dut ağacı...
YORUMLAR