Birkaç gün önce, bir televizyon kanalında, halka mikrofon uzatıp sorular soran muhabir, aldığı cevaplar karşısında çok şaşırmıştı. Sorduğu soru şuydu:
“-Allah tarafından insanlara gönderilen dört ilâhî kitap hangileridir ve hangi peygamberlere gönderilmiştir?”
Aldığı cevaplar ise, birbirinden ilginç, komik ve hatta acıydı.
Hemen hepsi, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rahatlıkla bilen muhataplar, diğer ilâhî kitaplara gelince karıştırmaya başladılar. Kimi İncil’e “incir” dedi, kimi Tevrât’a Zebur’dan kafiyeli “tebur”… Kitapların kimlere indirildiği sorulduğunda da evlere şenlik bir durum vardı; Hazret-i Ali, Hazret-i Osman diyenler mi ararsınız, peygamberleri birbirine karıştıranlar mı? Soruyu duyunca “Yorum yok!” veya “Acele işim var!” deyip oradan uzaklaşanları saymıyorum bile…
Aslında bu acınacak hâlimizi, nasıl ve ne şekilde izah ederiz bilemiyorum. Kimseyi küçük görüyor veya bilgisizlikleriyle alay ediyor da değilim. Biz, hasbelkader, iyi bir çevrede doğduk, nisbeten iyi bir dînî tahsil görme imkânı bulduk. Bu vesîleyle anne-babamıza ve hocalarımıza minnettârız. Ama…
Şöyle biraz hâfızamızı yoklarsak;
Milletimizin öyle güzîde (!) fertleri var ki; il il plakalarıyla Türkiye’mizi sayabilen, dağını, nehrini, ovasını, meşhur yiyeceklerini bir bir karıştırmadan sayabilen…
Yine milletimizin öyle güzide gençleri var ki, magazin dünyasının bütün ünlülerinin, şarkıcı ve tiyatrocularının, nerede, ne zaman, kiminle birlikte olduğunu şıp diye söyleyen…
Araba markalarını, modellerini, birbirinden farklı özelliklerini bir çırpıda söyleyen, modeller ve ürünler arasında her açıdan pratik kıyaslamalar yapabilen…
Futbolcularımızı, hangi takımda kaç yıl kalıp, ne kadar ücretle hangi takıma transfer olduğunu, özel hayatlarını, falan maçtaki performans düşüklüğünün sebeplerini, filanca maçta attığı gollerin mükemmelliğini, daha dün olmuş gibi şıkır şıkır anlatabilen…
Daha vizyona girmemiş, Amerika’da veya dünyanın bambaşka ülkelerindeki en sıra dışı filmlerden haberdar olan…
Televizyon’daki bütün diziler hakkında az çok bir kanaati olan, karakterlerini kıyasıya eleştiren, kimi dizilerin “hastası” olup tek bir bölümünü, hatta tek bir karesini kaçırmayan, bunun için bütün programlarını dizilere göre ayarlayan,
- Jackson’un veya bilmem hangi yabancı şarkıcının, kaç yılında, hangi parçalardan albüm oluşturduğunu, bunların hangisine klip çektiğini, hangi şarkısıyla ilgili ne gibi ödüller aldığını hiç teklemeden söyleyen o gençlerimiz, nedense, en temel konularda, hem dünyayı, hem âhireti ilgilendiren dînî konularda kekelemeye başlıyor.
Burada bir çarpıklık yok mu sizce de?
Ya da aslen Türk olduğu hâlde, İngilizce veya başka bir dildeki şarkıyı, vurgusuna, aksanına kadar benzetme kabiliyeti göstererek okuyan çocuklarımız ve gençlerimiz, göklere çıkarılıyor da, bir duâ ve sûreyi, tecvidi ve hurufâtıyla doğru okuyabilen bir çocuğa neden ilgi gösterilmiyor?
Doğrudur, hâkim kültür, bütün yönleriyle bastırıyor; evimize, okulumuza, mahallemize, yeme-içmemize bile tesir ediyor. Fakat biz ve âilemiz, her zaman onun esiri ve mahkûmu durumunda mı kalacağız? O, bizim iliklerimize kadar işlemeye çalışırken, biz olan bitene sadece seyirci mi kalacağız?
Kendimizi, âilemizi, çoluk-çocuğumuzu korumak-kollamak, millî-mânevî değerlerimizle yetiştirmek vazifesini de, yabancı ve hâkim güçlere mi vereceğiz? Meselâ şöyle mi diyeceğiz;
“-Ya şu Amerikalılar, çok güzel film çekiyorlar; hele bir ecdâdımızı şöyle güzelce çekseler de biz de çocuklarımıza seyrettirsek?!”
Ya da:
“-Şu misyonerler, insana nasıl yaklaşılacağını çok iyi biliyorlar; keşke İslâmiyet’i biraz da onlar anlatsa!”
Veyahut:
“-Şu Harry Potter’ı yazan ve eseri “bestseller” olan kadın, keşke bizim yaşanmış hikâyelerimiz ve sayısız gerçek kahramanımız hakkında da kitaplar yazsa?!”
Evet, ilk anda tuhaf, hatta mantıksız gelen bu cümleler, bizim şuuraltımıza işlemiş durumda… Yabancılar ne yapsa, çok iyi yapar; biz ne yapsak elimize yüzümüze bulaştırırız.
Çünkü onlar medenî…
Çünkü onlar üstün, akıllı, hesaplı, kitaplı…
Çünkü onların kültürleri, medeniyetleri bizden ileri… Biz ise, zavallılarız.
Artık bu aşağılık kompleksinden kurtulmalıyız. Dinimizin asgarî bilgilerini eksiksiz öğrenmeli, kültürümüzün, tarihimizin bize ulaştırdığı değerlere sahip çıkmalıyız.
Biz, bin yılı aşkın bir sürede, dünyanın büyük coğrafyalarında hüküm sürmüş, şanlı bir tarihin ve üstün bir medeniyetin çocuklarıyız. Son iki asırdaki kafa karışıklığımıza, pusulasızlığımıza ve geri kalmışlığımıza bakarak bunun faturasını sahip olduğumuz değerlere kesmeyelim. Aksine ne yaşadıysak, onlardan uzaklaştığımızdan yaşadık, onlara sırt çevirdiğimizden bugün buralardayız.
Dinimiz, çalışın dedi, biz tembelliği seçtik… Dinimiz, en az düşmanlarınız kadar güçlü ve cesur olun, dedi, biz kabuğumuza çekilmeyi seçtik. Dinimiz, ilme teşvik etti, biz eğlencelerle günümüzü gün etmeyi tercih ettik. Dinimiz, dünyaya orada kalacağımız kadar, âhirete de orada kalacağımız kadar çalışmamızı istedi; biz, hayatı dünyadan ibaret sandık. Âhireti, ölümü, cenneti-cehennemi unuttuk. Onun için korkaklaştık, onun için tembelleştik, onun için cimrileştik, gaddarlaştık… Elimize güç geçirenimiz, zâlim kesildi. Zulme mâruz kalanımız, “kaderimiz” dedi, bekledi. Hepsinin sonunda faturayı dine kestik ve onu, yüz üstü bıraktık.
Mecbur kaldık mı, “Benim babam hoca, dedem müftü veya hacı” dedik… Tamam, onlar, dediğiniz gibi olabilirler… Ya siz? Kendinizin İslâmiyet’le bağı nasıl? Siz, hiç İslâm’a dâir bir kitap okudunuz mu? Allâh’ı, peygamberini, kitabını ve âhiret gününü ne kadar biliyorsunuz? İbâdetiniz, insanlarla ilişkileriniz nasıl?
Çok sevdiğim bir nükte vardır. Bir Japon’a sormuşlar; nasıl bu gelişmeyi temin ettiniz diye… O da dinimize bağlılıkla demiş.
“-Peki, sizin dininiz ne emreder?” diye tekrar sorunca, Japon, “Çalışmak, doğru sözlülük, işini iyi yapmak, insanlara iyilik yapmak…” demiş. Adam şaşırmış:
“-İyi de, bizim dinimiz de bunları emrediyor.” Japon, noktayı koymuş:
“-Doğru olabilir. Ama biz, dinimizin emirlerini yerine getiriyoruz.”
İşte mesele burada… Bildiklerimizi, öğrendiklerimizi uygulamada… “Nereden başlayacağız dinimizi öğrenmeye?” derseniz, “Hemen bir ilmihâl kitabı elinize alın!” derim. Onu okuyup hazmettikçe uygulayın. Göreceksiniz ki, bildiğinizi hayata geçirdikçe, bilmedikleriniz de size öğretilmeye başlanacak Allah Teâlâ tarafından…
“Yarın yaparım diyenler helâk oldu!” buyuruyor Sevgili Peygamberimiz… Ertelemeden, hemen bugün ve hattâ şimdi…
YORUMLAR