Bir komşumuz vardı. İki oğlu üniversiteyi bitirmiş, güzel birer meslek sahibi olmuşlardı. Mâlum, genç evlâtları olanlara: “Ne zaman evlenecekler? Burada güzel kızlar var, hangisini düşünürsünüz?” yollu sorular soran çok olur.
“-Oğullarıma kasabada lâyık kız göremiyorum. Teklif bile edemem!..” dedi.
Aradan biraz zaman geçince oğlu, başka bir memleketten, eşi ölmüş, bir tane kızı olan bir hanımla evlenmişti.
Bunların bir de yakın akrabalarının güzel bir kızı vardı. Ancak aralarında kan davası olduğundan, pek görüşmüyorlardı.
“-Eh, senin kızın da büyüdü. Artık kime nasip bakalım?” diyenlere, onun da annesi:
“-Ben kızıma lâyık kimseyi göremiyorum çevremde… Bu sıralar dikkat ediyorum da köylü çocukları okuyup geliyorlar, en güzel kızları alıyorlar. Ben kızımı böylelerine vermeyeceğim!..” gibi küçümseyen lâflar ediyordu.
Aradan uzun bir zaman geçti. Benim de sınıf arkadaşım olan bir genç, üniversite tahsilini İngiltere’de yapıp geldi ve kızlarına tâlip oldu. Âilesi hâlâ köyde yaşıyor. Kayınpeder tabiî hâliyle şehre gelir; sırtında heybesi, köyünde ne varsa, şehirli gelinine hediye getirirdi.
“Köylü çocukları okuyup gelip güzel kızları alıyor!” dediği aileler, köyden taşınalı yıllar olmuş, belki bağı bahçesi hâlâ duruyor. Ama gençler şehirde büyümüştü. Onun kınadığı kişiler, oğlu yurt dışına da gitse hâlâ oldukları gibi yaşıyorlar. Sanki şehirde olmak bir ayrıcalıkmış gibi… Evlendiler, yurt dışına gittiler; bir müddet sonra boşandıklarını duyduk.
Aradan epey bir zaman geçti. Komşumuzun evlenen oğlunun iki kızı oldu. Ama ne yazık ki, gelin hanım hastalanıp vefat etti. Oğlu, kızlarını alıp annesine getirdi. Şimdi bu torunlara bakacak, oğluna lâyık bir gelin adayı aranmaya başladı ve “Kızıma layık kimseyi göremiyorum!” diyen anne, kızını onlara verdi. Mutlu olduklarını duyduk; bir de oğlu olmuş.
Âh, şu dilimize sahip çıkabilsek… Kader önümüze ne getirecek bilmiyoruz!.. “Kişi kınadığını yaşamadıkça ölmez!” (Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 53) buyrulmuyor mu?! Kınamak da nefsin başka bir hastalığı…
Öğrencilik yıllarımda sınav için Kırşehir’e, teyzemin yanına gittim. Birkaç gün sonra Keskin’deki teyzemin dünürü geldi. Hoş beşten sonra, kendi kızını ve torunlarını sordu. Ben de:
“-Hepsi iyi, selamlarını getirdim!..” dedim.
Kızının hâmile olduğunu söyleyince, kadının feryadı hâlâ kulaklarımda… Belki kendine göre kaygıları vardı. Beşinci çocuğuna hâmileydi, maddî durumu da pek iyi sayılmazdı. Ama bu kadar feryat edecek kadar değildi. Ellerini açtı:
“-Allah benim oradan ümidimi kessin. Doğuramaz olsun. O kapı, bana bir daha nasib olmasın!..” gibi, hâlâ aklımın alamayacağı şeyler söyledi durdu.
Bu bir felaket miydi ki?! Hayatımda hiçbir şeye bu kadar üzülmedim. Kendimi o kadar kötü hissettim ki!.. Zaten kızı da bu hâmileliği hiç istememiş, ama lutf-i ilâhî! Teyzeme:
“-Ne olur, bunu aldıralım!” demiş. Teyzem de:
“-Hayır, günah!.. Öbürlerine nasıl baktıysan, bu da büyür gider!..” demiş.
Aradan birkaç ay geçti. Hiç unutmuyorum, Berat Kandili günü oruçken sancısı tutmuş, o zamanlar ebe hanımlar yaptırıyordu doğumları… Yılların tecrübeli, hatta diğer çocuklarının da ebesi olan hanım, elinden geleni yaptı, uğraştı, ama bir türlü doğum olmadı. Alıp Ankara’ya götürdüler. Doktorlar:
“-Nerde kaldınız?” demiş.
Bir müddet sonra vefat etti. O kadar güzel bir erkek çocuğuydu ki, saçları simsiyah, oldukça iri… Hemşire hanımlar bile:
“-Biz hayatımız boyunca böyle güzel bir bebek görmedik!..” dediler.
Anneyle birlikte toprağa verildi. Tabiî, acı haber tez ulaşır. Annesi geldi, ağlıyor. Artık dayanamadım:
“-Sen ne biçim duâ ettin?! Bak, kabul oldu, ağlama!..” dedim.
Farkına varmadan sarf ettiğimiz sözler, eskilerin dediği gibi, “Hâcet kapısı açık olduğu bir zamana denk gelir ve kabul olur.” O yüzden lisanımızdan daima güzel sözler çıksın. “Hayırlısı ne ise, o olsun!” diyelim. Her şeyi Yaratan, elbette en iyisini bilir. Bizim bilmediğimiz şeyler, belki bizim için daha hayırlıdır.
Allâh’ım bizi sevdiklerimizle imtihan etme!..
Bizi kınadıklarımızla imtihan etme!..
Bizi evlatlarımızla imtihan etme!..
Bizi söylediklerimizle imtihan etme!.. Âmin.
YORUMLAR