Dil, cennetin anahtarıdır. Cennete girmek için şart olan Kelime-i Şehâdet, dil ile telaffuz edilir. Her ne kadar îman için kalbin tasdiki olmazsa olmaz bir şart ise de, âlimlerimiz, insanların mü’min olarak kabul etmesi için dilin ikrarını da şart koşmuşlardır.
Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz’in öz amcası, çocukluğundan itibaren en büyük hâmîsi Ebû Tâlib, vefâtına yakın Allah Rasûlü’nün:
“-Ey amca! Ne olursun, bir kelime söyle ki, Allâh sana sonsuz saâdet bahşetsin!” şeklindeki bütün ısrarlarına rağmen diliyle îman ettiğini beyân etmekten çekinmiş ve Kureyş’in arkasından ileri geri konuşmasından korkmuştu. Ağzından son olarak şu kelimeler dökülmüştü:
“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzerine ölüyorum. Kureyş, benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsalardı, Sen’in sözlerini kabûl ederdim!..” (Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123)
O, yeğeninin büyüklüğünü, fazilet ve nübüvvetini vicdânen kabul ettiği hâlde, bunu diliyle insanlar arasında tekrar etmek istememişti. (Müslim, Îman, 41-42)
Peygamber Efendimiz’in, onun arkasından istiğfar etmesi ise, Cenâb-ı Hak tarafından yasaklanmıştı.
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allâh, dilediğini doğru yola iletir...” (el-Kasas, 56)
* * *
Yine cennete ulaştıran, İslâm’ın diğer esaslarında da dilin çok ehemmiyetli bir yeri vardır.
Namaz, başlı başına bir zikir ve duâdır. Bedenî şekil ve hareketlerini tamamlayan, kıraat, tesbih, tekbir, salavat ve duâ hep dil ile îfâ edilir.
Peygamber Efendimiz, oruçların, dil ile yapılan bazı günahlar sebebiyle sadece açlık ve susuzluğa dönüşmemesi için ümmetini uyarmıştır:
“Kim yalan konuşmayı ve yalanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın o kimsenin yiyip içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8; Ebû Dâvud, Savm, 26/2362)
Âyet-i kerîmede, zekât, sadaka ve iyiliklerin, daha sonra yapılan başa kakma sebebiyle zâyî olmasına dikkat çekilmiştir:
“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!)” (el-Bakara, 264)
Haccın esaslarını zikreden âyet-i kerîme, hacca niyetlenen kimselerin “refes, fısk ve cidâl”den, yani kötü söz, günah ve kavgadan uzak durmasını tembih etmiştir. (Bkz: Bakara, 197)
Yine dinimizin en önemli emirleri olan tebliğ, irşad, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmak) çoğunlukla dille yapılır. Kur’ân-ı Kerîm dil ile kıraat edilir. Peygamber Efendimiz’e okunan salât u selâmlar, dille terennüm edilir.
* * *
Aynı zamanda dil, cehennemin anahtarıdır. Allâh’ı inkâr etmek mânâsındaki küfür, isyan, şirk lafızları dil ile söylenir. Bir cümle, insanı kâfir iken mü’min yapabildiği gibi, bir cümle de mü’min iken kâfir yapabilir.
Birçok günah dil ile irtikâb edilir:
-Allâh’a ve kadere isyan cümleleri,
-Allah hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmak ve bu sebeple Allâh’a yakışmayacak vasıflar ileri sürmek,
-Bir kimsenin duyduğunda hoşlanmayacağı özelliklerini, onun olmadığı ortamlarda dile getirmek (gıybet),
-Bir kimsede, aslında olmayan vasıfları zikrederek aleyhinde konuşmak (iftirâ),
-Nâmuslu bir kadının iffetine dil uzatmak (kazf),
-Yalan söylemek ve yalan yere yemin etmek,
-Yalan şâhitlikte bulunmak,
-Bir insanın başkasına sövmesi,
-Birisiyle alay etmek, küçümsemek, hakaret etmek,
-Yaptığı iyilikleri başa kakmak…
Ve daha sayamadığımız birçok günah, dil ile işlenir.
Peygamber Efendimiz, dilin bu tehlikelerine şöyle işaret etmiştir:
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dilini), bir de iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikak, 23)
Demek ki, dilini korumaya muktedir olan, cennetin kapısını aralamış demektir.
* * *
Dil, kalbin vitrinidir. Kalbin içinde ne varsa, dışına o sızar. Kalbin içinin döküldüğü menfez de dildir. Mü’min kalbindeki îmanı, kâfir de küfrünü dili ile izhar eder.
Bir de münâfıklar vardır. Onların kalpleri küfür içinde, ama dilleri îman rengine boyanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde, onların bu ikiyüzlü hâlleri anlatılmış ve âdeta iç dünyaları analiz edilmiştir. (Bkz: Bakara, 76) Münâfıklar, her ne kadar müslümanların arasında kendilerini mü’min olarak gösterseler de, kendi yandaşları ile birlikte olduklarında veya kendi başlarına kaldıklarında kalplerindeki küfrü, dilleriyle izhâr etmekten çekinmezler. Dolayısıyla onların müslümanların arasında kullandıkları tatlı ve şirin dilleri, kalplerindeki kin, öfke ve gayzı geçici olarak perdeler. Nifak, marazî (hastalıklı) bir hâldir. Ama nifak da dil ile ortaya dökülür. Bulunulan ortama ve insanlara göre farklılaşan ifadeler, münâfıklığın en belirgin hâlleridir.
* * *
Dil, kalbdeki duygu, düşünce ve heyecanların aksettiği bir mekândır. Kalbteki hased, çekememezlik, kıskançlık ve benzeri kötü hasletler, bir anda dilde gıybet, iftira vb. günahlara dönüşüverir. Bu yönüyle dil, büyük oranda kalbin aynası gibidir.
* * *
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerden dillerini terbiye etmelerini istemiştir. Müslümanların, Peygamber Efendimiz’e hitap ederken “Bize bak, bizi gözet; biraz bekle, acele etme!” mânâsında kullandıkları “Râinâ” kelimesini, yahudiler, “Çobanımız” şeklinde kinâyeli kullanmaya başlayınca, Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne “Râinâ” denilmesini yasaklamıştır. Bunun yerine, aynı mânâda “Unzurnâ” demelerini istemiştir. (Bkz: Bakara, 104)
Bu da müslümanların, kelime seçerken titiz olmaları, birden fazla mânâya gelecek ifadeler kullanmamaya çalışmaları gerektiğini göstermektedir. Böylece maksat, en sade, en anlaşılır ve en az yanlış anlama gelecek şekilde anlatılmış olacaktır.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen Peygamber kıssalarında dil ile ilgili pek çok misâl vardır. “En güzel kıssa” olarak zikredilen Yûsuf -aleyhisselâm-’ın hayat hikâyesi, başlı başına dilin terbiyesinin ehemmiyeti ve misalleri ile doludur.
Meselâ Yusuf -aleyhisselâm-, güneş ve yıldızların kendisine secde ettiği ile ilgili rüyasını, babası Yâkub -aleyhisselâm-’a anlattığında, O’nun ilk ikazı, bunu gizli tutması şeklinde olmuştur. Çünkü böyle güzel bir rüyâ, kardeşlerinin kıskançlığına sebep olabilir veya var olan kıskançlığı arttırabilir.
Yine Yakub -aleyhisselâm-’ın, Yusuf’u kardeşleri ile beraber gezip oynamaya gönderirken ağzından kaçırdığı, “Dikkat edin, onu kurtlar yemesin!” şeklindeki ikazı, Yusuf’un kardeşlerinin eline bir koz vermişti. Çünkü onlar, o güne kadar kurtların, insan yediğini bilmiyorlardı. Kardeşlerini kuyuya atıp ağlayarak babalarına geldiklerinde de, babalarının söylediğini tekrar etmişlerdi: “Kardeşimizi kurtlar yedi.” diye…
Bütün sıkıntı ve musîbetlere rağmen Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm-’ın, Allâh’a olan tevekkül ve teslimiyeti de şöyle niyaza dökülmüştür: “Ben bütün gam ve kederimi Allâh’a arz ederim.” (Yusuf, 86)
Rabbimiz, onun çektiği bütün sıkıntılara rağmen dilinden isyan ve itiraz sözleri yerine bu ifadelerin dökülmüş olmasını da takdir etmiştir. Bu durum, Hazret-i Eyyûb için de geçerlidir. O da, diğer birçok peygamber gibi, türlü musîbetlere mâruz kalmasına rağmen dilini ve gönlünü Allâh’ın takdirine itiraz etmekten korumuştur. Böylece Rabbimizin katındaki ulvî makamlarına ermişlerdir.
* * *
Dilin, insan hayatındaki tesiri hakkında son bir misali de yine Hazret-i Yusuf’tan nakledelim. Züleyhâ kendisini günaha dâvet ettiğinde, O, “Yâ Rabbi, bunların beni dâvet ettiği günaha girmektense, zindana girmeyi tercih ederim.” demişti. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın ihsan, ikramı çok geniş. O, duâsını, “Yâ Rabbi, beni bunların şerrinden koru!” şeklinde yapıp muhafazanın nasıl olacağını Allâh’a havâle etmiş olsaydı, belki de hiç zindana düşmeden o sıkıntılı hâlden korunabilecekti. Yine zindanda iken, oradan kurtulup sarayda çalışacak arkadaşına, kendisini de burada bırakmamasını ricâ etmesi, onun zindan süresini uzatmıştı. O, bir peygamberdi ve merâmını önce Allâh’a arz etmesi gerekliydi.
Kısacası, insanın başına gelen dili sebebiyledir. Bu dünyada da, âhirette de dilin hakkını vermek gerekir. O, bir bıçak gibi, iyiliğe de, kötülüğe de meyillidir. Mühim olan, dili, cennet sermayesi hâline getirebilmektir.
YORUMLAR