Dikkat, Savruluyoruz!

Son yirmi yıldır ülkemizde İslâm’ın hükümlerini yaşamak için birçok alanda, devlet eliyle büyük kolaylıklara imza atıldı. Başörtülü okuma ve çalışma imkânları sonuna kadar sağlandı. Hepimiz bu imkânların sağlanması ile şöyle düşündük: Çocuklarımız anaokulundan üniversiteye kadar istediği gibi din eğitimi alabilecek ve bizden sonraki nesil, bize ve ninelerimize nazaran daha dindar, daha ihlâslı olacaklar! Ülkemizin her yerinde müslümanlar, daha etkili ve donanımlı hâle gelecekler, müslümanların ve dolayısıyla İslâm’ın yüzü daha fazla gülecek! Ama evdeki hesap, çarşıya uymadı maalesef!

Son yıllarda başörtüsü dâvâsı yüzünden okullardan atılan annelerin kızları, başörtülerini açmaya başladı. Namaz kılan birçok kimse, işlerinin yoğunluğu sebebi ile namazı terk etti. Tesettüre daha çok sarılmamız gerekirken tesettür şuurunu kaybettik; başörtü, bir moda aksesuarı hâline geldi. Makyaj yapmayan ve İslâmî sınırlara dikkat eden hanımlar, neredeyse ellerin parmakları sayısınca azaldı.

 Erkekler de hanımlardan geri kalmadı, bu savruluşta… Sakalı aksesuar niyetine kabullendiler, tesettür farzı da sadece kadınlaraymış, erkeklerin istediği gibi giyinme hakkı varmışçasına bir tavır aldılar. Sokaklar, eskiden hanımların iç kıyafet olarak giyeceği darlıktaki taytlardan giymiş erkeklerle dolu…

Namaz da gitti, oruç da… Geçen Ramazan ayında, hiç ummadığım dindar âilelerin erkeklerinin, işlerinin zorluğu gerekçesiyle Ramazan orucunu tutmadığını üzülerek öğrendim.

Herkes zamanın çok kötü oluşundan, gençlere söz geçiremediğinden, bu zamanda müslümanca yaşamanın neredeyse imkânsız olduğundan sızlanıyor! Peki, biz nerede hata yaptık?

Nerede bizim kocakarı îmanı ile yoğrulmuş, az bilgi, çok amel ve kar tanesi gibi ihlâsla yoğrulan insanımız? Nerede o evlerine televizyonu bile sokmayan, dilinde kıpır kıpır duâlar olan takvâ sahibi yaşlılarımız? Kim toplayacak onları televizyondaki kadın programlarının pençesinden? Ümmetin yaşlılarının emeklilik hayalleri bu muydu?

Dâvâ sancısı çeken, mücâhid ruhlu sohbet ablaları-ağabeyleri ve onların gönüllerine girdiği, her türlü zorluk ve sıkıntıya rağmen başını örten, namaza başlayan gençler nereye kayboldu? Az da olsa devam ediyor, tamamen bitmiş değil elbette… Ama kaybettiklerimize bakınca, kazandıklarımız bir avuç mesabesinde…

Bazen câmiamızdaki arkadaşlar, bana:

“-Bu kadar ümitsiz olma, bak elimizdeki talebelerimiz, ulaştığımız gençlerimiz de var. Hepsi pırlanta gibi!” diyorlar.

Evet, onlara bakınca ümitleniyorum, fakat elimizdeki imkânın çokluğuna bakıp ulaştığımız insanın ne kadar az olduğu gerçeğini görünce ve bir de Rabbimize vereceğimiz hesabı düşününce ürperiyorum.

Türkiye’de eğitime devam eden öğrenci sayısı, istatistiklere göre 25,5 milyon civarında… Yani Dünya’daki 143 ülkenin nüfusundan daha fazla... Peki, biz bu gençlerin ne kadarına ulaşabilmiş olabiliriz?

 Diyânet’in yurt içinde toplumun bütün kesimlerine ulaşmak için başlattığı “Yaygın Din Eğitimi Projesi” kapsamında ulaşılan öğrenci sayısı, 7 milyon 619 bin. Câmi ve Kur’ân Kursları’na giden öğrenci sayısı, 391 bin civarında… Tabi, bu sayının içinde hanımlar da var, hepsi gençlerden oluşmuyor.

Yapılan araştırmalara göre, ülkemizde beş vakit namaz kılanların oranı, yüzde 22. Arada Cuma ve bayram namazı kılanların oranı ise yüzde 24… Ülkemizde namaz kılanların oranına da bakınca ulaşabildiğimiz insan sayısı devede kulak değil, belki devede bir kıl mesâbesinde…

Özellikle içinde bulunduğumuz câmiadan karşılaştığımız eski dostlar, ahbaplar:

“-Biz kermes evi açtık, kurs açtık, kültür merkezi açtık, yurt açtık, açtık, açtık…” diye sayıp duruyorlar.

“-Peki, ne kadar insana ulaştık?” denildiğinde:

“-Hafta içi şu kadar üniversite öğrencisi, hafta sonu şu kadar lise-ortaokul…” diyorlar.

“-Peki, ulaştığınız öğrencilerin kaç tanesi beş vakit namaza sizin vesîlenizle başladı, kaçı tesettüre girdi, kaçı ihtilat ortamını veya çeşitli menfî faktörlerin cirit attığı okul ortamını değiştirdi?”

Cevap, büyük bir sessizlik…

“-Bu öğrencilerle buluştuğunuzda neler yapıyorsunuz?”

“-Çeşitli etkinlikler yapıyoruz.”

“-Peki, beraber namaz kılıyor musunuz? Namazın fıkhını veya önemini anlatıyor musunuz? Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kirâmın hayatı hakkında bilgi veriyor musunuz? Ya hakikî tesettürü anlatıyor muyuz? Size gelenlerin kaçının hayatı, anlattıklarınız sebebiyle değişti?” diye sorduğumuzda:

“-Biraz değiniyoruz, ama çok sıkmamak için uzunca anlatmıyoruz.” deniyor.

Neden bu soruları soruyorum?

Bir nevî nefis muhâsebesi olsun bizlere diye… Her müessesemiz, çok hizmet ettiğini gerile gerile anlatıyor, ballandıra ballandıra mekân resimlerimizi paylaşıyoruz. “Çok hizmet ediyoruz!” diye düşünüyor herkes…

Bunun öyle olmadığını, resmin bütününe bakıp Allâh’ın verdiği nîmetler karşısında aslında ne kadar az iş çıkardığımızı fark edelim ve kendimize çeki düzen verelim diye bu soruları soruyorum.

Müesseselerimize gelince… İki gün çayını-çorbasını içirdiğimiz, saatlerce el becerileri, sanat ve sportif faaliyetler yaptığımız, fakat bir türlü gönlüne ulaşamadığımız kimselerin sayısıyla övünmek, belki bu dünyada bizim yıldızımızı parlatabilir. Ama âhirette bu vebalden nasıl kurtuluruz, bir daha muhâsebe edelim diye bunları dile getiriyorum. Gelin, kendimizi kandırmaktan vazgeçelim.

Anne-babalar, örnek olamadıkları veya yeterli bilgiye sahip olamadıkları için, dînî bir çevreye girsin, en azından ilmihal bilgilerini öğrensin, namaz kılmaya başlasın, tesettüre girsin diye evlâtlarını bize emanet ediyorlar. Onlar bu niyet ve gayretleriyle bir dereceye kadar vebalden kurtuluyorlar, ya biz?

Elhamdülillah her müessesemiz sayı olarak dolup taşıyor. Hafta sonları dâhil, gayret edip okullara, üniversiteli kardeşlerimize ulaşmak için gayret ediyoruz. Yurt dışından talebelerimiz de geliyor. Şükür, bin şükür… Fakat yetmiyor, yetmiyor. Şer güçler, bizden daha gayretli ve daha çoklar; göz göre göre bizim gençlerimizi dahî kapıyorlar artık elimizden…

Çünkü okullardaki başörtüsü problemini kalkması ile özellikle üniversite okuyamamış anneler:

“-Ben okuyamadım, sen oku!” diyerek:

“-Üniversiteyi kazan da neresi olursa olsun; ister şehir dışı, ister başka ülke!.. İsterse dinsizlerin, anarşistlerin yuvalandığı okul olsun, önemli değil! Bölümü de önemli değil! Yeter ki bir üniversite diploman olsun!” duygu ve düşünceleriyle kız-erkek, evlâtlarını, elinin, gönlünün ulaşamadığı uzaklara gönderdi. Neticede madencilik okuyan kızlar, anaokul öğretmenliği okuyan erkekler var bu ülkede…

“Ne pahasına olursa olsun…” çok ibretli bir cümle… Asıl maksadın kaydığı, Allah rızâsının unutulduğu, âhiret kaygısının dünya istikbâline fedâ edildiği bir cümle… Üniversiteye girmek uğruna, milyonlarca genç, en verimli çağlarında sabahtan akşama test çözdüler. Namaz kılmış-kılmamış, namazı geçmiş-geçmemiş hiç önemli olmadı onlar için… Yemesine, içmesine, uyumasına, sağlığına değer verdiğimiz kadar namazına titizlenmedik, Rabbiyle konuşması demek olan Kur’ân okuyuşuna önem vermedik. Ahlâkına, dostlarına, günlük yaşayışındaki edeb-hayâ kırılmalarına göz yumduk. Âileden, anne-babadan, komşu ve akrabalardan uzaklaşmasını teşvik ettik. Netice ne oldu? Elimize ne geçti?

Bu gençler, en verimli yıllarını at yarışı gibi bir müsabaka içinde harcadılar, hepsi daracık bir delikten geçebilmek için binbir şekle girdi. Birçoğu başarısız olunca bunalıma sürüklendi. Bazıları, adı üniversite olsun da nasıl olursa olsun diyerek 4-5 yılını, daha sonra hiçbir işine yaramayacak bir okulda tüketti.

Geçen yıllara mı acırsın, herkesin aynı şeyi yapmaya çalışırken ülkemizin kaybettiği işgücüne, kabiliyet ve iş kollarına mı üzülürsün, âilelerin kendilerini ve evlatlarını perişan eden dünyevî hırslarına mı yanarsın, ülkemizin değişmeyen bozuk eğitim sistemine mi gözyaşı dökersin, yoksa artık namazdan, niyazdan uzaklaşmış, Allah ile bağı kopma noktasına gelmiş, gelecek nesillerin ahvâline mi kıvranırsın? Tertemiz fıtratı, hassas bir vicdanı ne kadar yamulttuk, yamulmasına ne kadar göz yumduk…

Liseye veya üniversiteye girmiş gençler, sırf âilelerini mutlu etmek için başörtüsü taktılar, elâlem ne derdi sonra?

“-Falan ablanın kızı, açık başını örtmemiş!” dedirtmek olmazdı.

“-Sadece başı örtülü olsun, yeter. Makyaj olabilir, tayt da olabilir. Gençtir, hevesini alsın, sonra şuurlu bir şekilde örter!” denildi.

Bu gençler, kız veya erkek fark etmez, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne yerleşti, herkes sevindi. Sonunda hedefe ulaşılmıştı. O okula dinsiz, ateist, satanist, hattâ teröristin de geleceğini kimse hesaba katmadı. Bu kişilerle aynı sınıfı paylaşacak, bir müddet sonra sınıf arkadaşı olacaklar, daha sonra maalesef flört hayatı... Sonra da ağlayan ebeveynler…

“-Kızım başını açtı! Oğlum içkiye başladı, ateist bir ailenin kızı ile evlendi, oğlumu kaybettim. Hocam yardım edin!..”

Bu aşamada, maalesef yardım etmek için çok geç kalınmış oluyor.

Bu şartlarda biz olsaydık, böyle hırsla çalışıp herhangi bir üniversiteye yerleşseydik, orada böylesine bozuk şartlarda, kendi hâlimizde okumak zorunda kalsaydık, kaçımız kendimizi koruyabilirdik?! Evlâtlarımıza şeytanvârî bir tarzda dünyevî aşk ve hırsı pompalayıp ardından evliyâ olmalarını beklemek, ne kadar abes, öyle değil mi?

Her şey mevsiminde olursa tatlıdır. Kışın ortasında karpuz yemek istesek, karpuzu kessek, içinin boş veya köpük köpük çürük olduğunu görürüz.

Bu yüzden “Zararın neresinden dönülse kârdır!” deyip ümmetin evlâtlarını kendi mevsimleri ile buluşturmalı; onları günahın, isyânın, şirkin ve küfrün cirit attığı ortamlardan çekip almalıyız. Onları sâlihlerin ortamında bulundurmalıyız. Bu da bir ay veya birkaç günle olacak iş değildir. Lise veya üniversiteye gitmeden evvel, onların önce îmanlarını kuvvetlendirecek kadar bilgi ve ameli öğrenecekleri kurumlarda, en az iki-üç sene okutmalıyız. Sadece kız çocukları için değil, erkek çocukları için de bu hassasiyet içinde olmalıyız. Kaybolan sadece ümmetin kızları değil, belki onlardan daha fazla kayıp olan, fakat fark edilmeyen erkek evlâtlarımız için de hassas olalım.

Unutmayalım, kişi tesettüründen evvel, birçok hazinesini yani mânevî değerini kaybediyor. Belki en sonuncusu başörtüsü oluyor. Bu zâhirde olduğu, herkes tarafından rahatça görüldüğü için ancak fark edebiliyoruz. Hâlbuki önce kulun Rabbiyle en kuvvetli bağı olan, namaz bağı kopuyor. Bu koptuğu zaman, diğerleri de çorap söküğü gibi geliyor artık... Ya da bu bağı, “Daha erken!” diyerek bağlamamış oluyoruz. Hakikatte îmanın muhafazası için en önemli ibadet, namazdır. Bu yüzdendir ki, 13 yıllık Mekke devri boyunca sadece îman ve namazdan sorumluydu müslümanlar; başka bir ahkâm âyeti gelmedi.

Elhamdülillah, müslüman âileler içinde doğduk. Bizim vazifemiz, bize meccânen ikrâm edilen bu îmânı takviye etmek, onu namazla muhafaza etmektir. Âyet-i kerîmede:

(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan (fahşâdan) ve kötülükten (münkerden) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor. Yani namazın insanı günahtan alıkoyan bir muhâfızlığı var.

Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Bir kişinin namazı, kendini fahşâ ve münkerden (her türlü kötülükten) alıkoymuyorsa, o kişinin Allah’tan uzaklığı artar.” (Feyzü’l-kadîr, VI, 221/9014)

Doğru namaz için ibadetleri hakkıyla yapabilecek kadar bir fıkıh bilgisi şarttır. Bu, sadece internetten öğrenilecek bir ilim değildir. “Zarûrât-ı dîniyye” denilen, en temel dînî bilgileri öğrenecek kadar kendini en az bir-iki yıllığına dîne adamak gerekiyor. Düzgün bir Kur’ân okumak için de bir hocanın önünde oturmak gerekiyor.

Bu yapılırsa gençlerimiz en az iki yıl, sâlih ve sâliha bir topluluğun içinde, dînini yaşayabilecek kıvamda öğrenir, takvânın lezzetini alır. Bir daha gayr-i şer’î topluluklara tamah etmez, elinde bulunduğu İslâm ve îmân nîmetinin kıymetini anlar, inşâallah!

Bütün bu söylediklerimizde anne-babaları suçlar gibi olduk, yanlış anlaşılmaya fırsat vermemek için şunu da söyleyelim: Elbette çocukların ilk mektebi âileleridir. Küçük yaşlarda anne-babasında ne gördüyse çocuk onu tekrar ve taklid eder. Sonra alışkanlıklar oturur, muhâkeme genişler. Bu aşamada da âilesinin dindeki samimiyetini, namaz, Kur’ân, tesettür vb. konulardaki ihlâs, gayret ve fedakârlıklarını görür. Ona önce güzel örnek olarak, sonra da sahih bilgi kaynaklarıyla tanıştırarak, güzel bir çevre içinde büyümesini temin ederek anne-baba, vazifelerini tamamlamış olur. Elbette çocuğu bundan sonra da kendi hâline bırakmaz, ama büluğa gelen, hattâ 18-20’li yaşlarına ulaşmış bir genç, artık kendi kararlarının neticesine katlanmak zorundadır.

Biz iyiye-güzele örnek olduktan, onların dînî anlamda tâlim ve terbiyesine dikkat ettikten sonra da evlâtlarımızın içinden, gönlümüz istemese de yanlışa sürüklenebilecek kimseler çıkabilir. Bu da bir imtihandır. Hazret-i Nûh’un oğlu zâlimleri dost edindiği ve onların kötü amellerini işlemeye devam ettiği için peygamber olan babasının kurtuluş gemisine binemedi. Aynı şekilde putperest Âzer’in oğlu İbrahim -aleyhisselâm- hak ve hidâyeti buldu. Her insanın kendi inancını ve amelini tercih etme ve bunun neticelerine dünya ve âhirette katlanma gibi bir sorumluluğu var. Biz, elimizden kayıp giden evlâtlarımıza yine ulaşmaya ve güzel örnek olmaya çalışırız. Onların küfrün, şirkin, günahın bataklığında kıvranmalarına göz yumamayız. Ama onların gönüllerini “zorla” hidâyete erdirmek gibi bir mükellefiyetimiz de yok. Bu haddimiz de değildir, hidâyeti Allah verir. Rabbimiz, kullarını güç yetiremeyecek şeylere zorlamamış. Elimizden geleni yapar, ıslah ve hidayetleri için bolca duâ ederiz.

Son söz olarak diyelim ki, Ashâb-ı Kehf gibi yüreği îman dolu, dünyanın handikaplarını elinin tersi ile itebilecek, saraylarda sunulan günâhı, küfür ve isyanı tiksinerek terk edecek nesiller istiyorsak, ebeveynler olarak öncelikle bu hidâyet meclislerini oluşturmak, yavrularımızın en kıymetli ve verimli olduğu zamanlarda onları bu meclislerle buluşturmak zorundayız.

Evlâtlarımız yirmi yaşına geldiğinde ağlamamak için yedi yaşı ile on yaşı arasında îman ve namaz zırhı ile onları zırhlandırmalı, en geç 15-20 yaş arası sâlihlerin bulunduğu ortamlarda eğitim ve öğretim aldırmalıyız. Bizler de bu hususta gücümüzün yettiği kadar müslümanca bir hayat yaşayarak onlara nümûne olmalıyız. Allah kalpleri evirip çevirendir, bizlerin, neslimizin ve bütün İslâm ümmetinin kalplerini dininde sâbit kılsın.

Ama ebeveyn olarak elinden geleni en güzeli ile yaptığı hâlde yine de mânevî bir kayma hâli yaşandıysa, analık-babalık ağırlığımızı koyarak evlâtlarımıza telkine devam etmeliyiz. Toplumumuzda:

“-Ama o artık kendi yaptıklarından sorumlu birisi… Bırakalım istediği gibi yaşasın, kendi kararını kendi versin!” diyenler de çoğaldı.

Bu ifade de ciddi mânâda problemli… Meselâ önümüzde bir ateş olsa, evlâdımızı, onun tehlikeli olduğuna karşı uyarsak, o da göz göre göre ateşin ortasına doğru yürüse, onu kendi hâline mi bırakırız?

“-Nasıl olsa söyledik, dilimiz döndüğü kadar uyardık! Aklı başında, ne yapacaksa kendi kararı!..” diye rahatça işimize devam mı ederiz, yoksa o ateşe düşmemesi için canhıraş bir şekilde gayret mi gösteririz?

Eğer ben “Evlâdımı, ateşe salmam!” diyen anne-babalar isek, o hâlde sonsuz bir azap yurdu olan cehenneme doğru sürüklenen çocuklarımıza göz mü yumacağız? Yoksa o ateş yurdunun olup olmadığına dönük, kendi îman zaaflarımız da mı var? Hazret-i Nûh, evlâdını hayatı boyunca davet ettiği gibi, tûfân ânında da îmâna ve kurtuluşa dâvet etmeye devam etti. Onu kendi hâline bırakmadı.

Başka hatalı bir söz daha var:

“-Dinde zorlama yoktur. İsteyen namaz kılsın, isteyen kılmasın!”

Lütfen bu cümleyi de doğru anlayalım. Evet, İslâm’ı seçmede, İslâm’a girmede zorlama yoktur. Hiç kimseyi zorla müslüman yapamayız. Ama “Ben Müslümanım!” diyen kimse, İslâm’a göre yaşamak zorundadır. Her birimiz nefis taşıyoruz. İçte onu zorlayacak bir îman ve takvâ duygusu tam yerleşmemişse, dışarıdaki müslümanlar, o nefsin isteklerini sınırlamada yardımcı olurlar. Çünkü nefis, zora koşulmadan hayra ve hakka boyun eğmek istemez.

Hazret-i Ebûbekir, müslüman olduğunu söylediği hâlde “Namaz kılarız, ama zekât vermeyiz!” diyen kimselere karşı harp îlân etmişti. Biz de çocuklarımıza karşı savaş îlân edelim, demiyorum. Ama günaha tepki göstermemek, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam etmek, şer gördüğümüzde sessiz kalmak; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifemize uygun düşmüyor. Bu tür vurdumduymazlıklar, günah işlemeyi kolaylaştırıyor. En azından bu gidişattan üzüldüğümüzü, bunun bir müslümana yakışmadığını, yaptığımız her türlü günahın azâbı olduğunu hatırlatmalıyız.

Peygamber Efendimiz, kızı Hazret-i Fâtıma’yı evlendirdikten sonra bile sabahları, namaza kalkmaları için uyardı. Her ezan da bir hatırlatma ve uyarı değil midir, aslında… Hepimiz müslümanız, namaz kılmanın farz olduğunu biliyoruz, saatimiz var, o hâlde niye ezana ihtiyaç var? Çünkü gaflet, her birimizi her an bürüyebiliyor. Allâh’ı hatırlatan kimselere ihtiyaç var. Zira bu hatırlatma, mü’minlere fayda veriyor.

Usanmadan tebliğ etmeli; muhatabımızın aklına ve gönlüne hitap edecek yollar bulmalı, ümidimizi kesip kendi hâllerine bırakarak onları şeytanın ve nefsin eline terk etmemelidir.

Gayret bizden, hidâyet ve muvaffakıyet Allah’tandır.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle