Dinin ve değerlerin dahî metalaştığı bir hayat biçimi olan “sekülerizm: dünyevîleşme”, hayatımızda pek çok kırılmaları da beraberinde getirdi. Değişimin boyutu tesirli, ama işleyişi yavaş ve sinsice olduğundan, çoğumuz geçirmiş olduğumuz farklılaşmayı çoğu kere göremedik.
Günümüzde toplumumuzda gördüğümüz ve beni derinden yaralayan hususlardan birisi de ferdiyetçilik… Çabuk alışıp hızla benimsediğimiz modern hayat, hepimizi fildişi kulelerimize yerleştirdi. Evlerimiz büyüdüğü ve modernleştiği halde kalplerimiz küçüldüğü ve daraldığı için misafirlikleri unutur hale geldik. Akraba ziyaretleri, komşu yardımlaşmaları, artık hayatımızda nostalji olarak kısmen devam etmekte... Tam da merhum Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi; “Eskiden yalnızca kışlar soğuktu. Şimdilerde insanlar soğuk, yürekler soğuk…”
Daha elem verici olanı ise, “çekirdek âile”lerin dahî, sevgi, samimiyet, birlik ve beraberlikten mahrum kalışı… Sessiz çığlıkları, çaresizlikleri bazen hüsranla parçalanmalarına sebep olurken bazen her şeye rağmen sıkıntı ve stresle devam etmeleri aradaki bağları iyiden iyiye koparıyor. Nitekim kapitalist sistem, babanın “daha fazla çalış, daha çok kazan!” anlayışıyla iş yükünü artırıp evine ve âilesine ayıracağı zamanı daraltırken, çocuklara da daha fazla kurs, daha yüksek not dürtüsüyle âilesiyle geçireceği vakitleri katletti. Annenin de evden çıkıp sevgi, şefkat mekanizmasını zayıflatmasıyla, ailede herkesin “kendi başına var olduğu” ve “yaşadığı” (!) dünyalar kurduk. Birçok zaman aynı sofraya oturamaz, aynı dilden konuşamaz hale geldik…
Herkesin telefonları “akıllandı”, gözleri televizyon ve dizilere kilitlendi. Akraba, eş-dost ziyaretleri bile “topluca televizyon izleme günlerine” döndü. Artık hepimiz, kalabalıklar içinde yalnızız. Sesimizi duyan, varlığımızı ve feryadımızı hisseden kimse kalmadı. Eskisinden “daha kalabalık”, ama eskisinden “çok daha yalnız” yaşıyoruz yaşlı dünyamızda… Herkes kendi hayatını kurmanın, kendi mutluluğunu kurtarmanın derdinde…
Aslında insanın bir başka insanla gönülden birlikte olduğu zamanlarda daha mutlu olduğunu; hayatın yük ve acılarının ise, paylaşarak azaldığını unuttuk, unutmaya devam ediyoruz. Artık fedakârlık, diğergâmlık; ahmaklık olarak görülür oldu. Bu da her şeyin menfaat ilişkisine bağlandığı, dünyevî çıkarlar uğruna dostluk ve düşmanlıkların kurulduğu bir dünya düzeninin bize kadar yansıması… Bu yeni dünya düzeninde Allâh’a, âhiret gününe, Allah rızası için dostluk, kardeşlik, fedâkârlık ve infâka yer yok!. Bu yeni dünya düzeni, her ferdin, mutlu olmak ve var olmak için daha çok “çalıştığı”, daha çok “göründüğü” bir düzen… Ama görünen, sadece insanın dış görünüşü… Onu canlı, mutlu ve diri kılan mâneviyat yok olmuş. Âdeta ruhu çekilmiş bir ceset gibiyiz, bu kentin sokaklarında boy gösteren…
Oysa dünyada “Allâh’ın halifesi” olarak yaşamak, muhakkak bir dizi sorumlulukları da beraberinde getirmekte… Öncelikle yaratılışımızı borçlu olduğumuz Rabbimize sorumluluklarımız, akabinde içerisinde dünyaya geldiğimiz ve yetiştiğimiz âilemize, akrabalarımıza, çevremize, tabiata, eşyaya, havaya ve suya sorumluluklarımız vardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mü’minleri birbirine zimmetleyen pek çok hadîs-i şerîfi var. Biz, bir vücudun organları gibi, birbirimizle kenetlenmeliyiz. Dünyadaki bütün Müslümanlara, bütün mazlumlara, bütün insanlığa karşı vazife ve sorumluluklarımız var.
Bu vazife ve sorumluluklar, bizim “insan” olmak sûretiyle sahip bulunduğumuz bazı “haklar”dan kaynaklanıyor. Zira bir şeyleri “hak” etmek, onların gereğini yapmaktan geçiyor.
Rabbimizin bizim üzerimizde “hakları” var. Bu haklar bize birtakım vazife ve mesûliyetler yüklüyor. Bu hakların başında, insanların Allâh’a îman ve itaat etmeleri, O’na gereği gibi kulluk etmeleri geliyor.
İnsanların üzerimizde hakları var. Fert olarak, bizim beş temel hakkımız ve beş temel dokunulmazlığımız var: Din, can, nesil, mal, akıl… Herkes dilediği dini seçmekte serbest. Canını, malını, neslini-nâmusunu ve aklını muhafaza etmek; en büyük hakkı… Dinin ve devletin kendisine bu imkânları hazırlaması da insanın en büyük hakkı…
Bu haklara sahip olan insanların, “başkalarının hakkına” da riâyet etmesi gerekli… Bir insanın hürriyeti, başka bir insanın hürriyet alanına, diğer bir ifadeyle, Allâh’ın kendisine tahsis ettiği sınıra kadar geçerli… Bu sınırı aşan, haddini aşmış, azgınlaşmış, kul hakkını ihlâl etmiş oluyor. Meselâ bir insanın nefes alma hakkı var, ama başkasının aldığı nefesi/havayı kirletme hakkı yok.
Haklar, sadece şu an yaşayanlarla sınırlı da değil! Havayı kirleten, sadece kendi mahallesini, şehrini, ülkesini kirletmiyor. O, aynı zamanda gelecek nesillerin havasını-suyunu kirletmiş ve onların hakkına girmiş oluyor.
Haklar o kadar iç içe girmiş durumda ki… Kişinin topluma bağlı hakları var, toplumun da o kişide hakları… Âile fertlerinin birbiriyle hakları var, toplumun o âileyle irtibatlı hakları… Anne-baba, çocuklar, karı-koca, akrabalar, komşular hep İslâm’da birbirine haklar ve mesûliyetlerle bağlanmış.
Bu haklar çiğnendiğinde “kul hakkı” doğuyor ve sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz, âhirette kendisine ortak koşulmasını affetmediği gibi, kul hakkını da affetmiyor. Herkes, kimin hakkını gasbetmişse, onunla ya bu dünyada ya da âhirette hesaplaşacak, helâlleşecek ve öyle Rabbinin huzuruna gelecek… Peygamber Efendimizin haber verdiğine göre, şehid olanların bile, bütün günahları affedildiği hâlde, “kul hakları” affedilmiyor. (Bkz. Müslim, İmâre, 119)
Kul hakkı hususunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz başka bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin! Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
Toplumda yaşadığımız fertler arası kul hakkı ihlâli bu derece ehemmiyetli iken, kucağında gözlerini açtığımız, sütüyle ve sevgisiyle beslenip büyüdüğümüz, sıcaklığında yetişip eğitim aldığımız ana-baba hakları ise ayrı bir önem arz etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, annenin çocuğuna hâmileyken “zorluk üzerine zorluk” çektiğini ifade eder ve bilhassa yaşlılık dönemlerinde anne-babaya karşı “Öff!” bile denilmemesini tembihler. (Bkz. el-İsrâ, 23) Yaşlarının ve hastalıklarının beraberinde getirmiş olduğu eziyet acı ve zorluğa rağmen hizmette kusur etmemek, rencide etmekten sakınmak, özellikle üzülecekleri her türlü hal, hareket ve sözden ictinab etmek gerekmektedir. Peygamber Efendimiz de kendisine:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! İyi davranıp gönlünü hoş etmeye, en çok kim hak sahibidir?” diye soran bir adama, üç defa “Annen!” cevabını vermiş, dördüncüsünde ise babasını söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2)
Âile içindeki ihmal edilen bir hak da, karı-kocanın birbirlerine karşı haklarıdır. Erkekler, kadınları, “Allâh’ın emâneti olarak” almışlar ve “kendileriyle iyi geçinmekle” emredilmişlerdir. Kadınlar da iffetlerini, eşlerinin mal ve mülkünü korumakla mükelleftirler. (Bkz: Tirmizî, Fiten, 2) İslâm’da eşler arasındaki haklar ve sorumluluklar, fıtrata uygun bir şekilde ve adâletle paylaştırılmıştır. Âilenin topluma karşı en büyük vazifesi, ahlak ve fazilet sahibi olan, sâlih ve sâliha nesiller yetiştirmektir.
Fertlerin ve âilelerin toplumla bir bağı da akrabalık, komşuluk ve din kardeşliği haklarını gözetmektir. Çünkü İslâm, ferdî yaşanan bir din değildir. O hem fert ve hem de toplumun iç içe girdiği, birbiriyle kenetlendiği, birbirinin eksiklerini tamamladığı ve huzurlu bir beraberlik oluşturduğu en mükemmel hayat nizamıdır. Orada ne fert kendisini yalnız hisseder, ne de bütün herkes toplum ve devlet için gece gündüz çalışır. Her şey yerli yerince ve yaratılışa uygundur. Kısacası, İslâmiyet, insanı insan yapan dinin adıdır.
YORUMLAR