Dertlerin en hası “beyler beyi”nde,
Onun da hânesi, havâs köyünde.
Hayır, istisnâ değilim. Neticede insanım. Dünya, herkese olduğu gibi bana da imtihan. Dert, uzaktan seğirterek bana da gelir. Kılıktan kılığa girip bana da uğrar. Bazen tepeme düşer, bazen ansızın yakalar. Haberli habersiz gelir. Bunların hepsi olabilir; ama izin vermem! Yapamaz! Edemez!
Dert, bende gezemez beyim!
Ne çarşıyım, ne pazarım, ne de mesîre yeriyim. Dert bende gezemez. Bilakis, ben derdin sağında solunda, kenarında köşesinde gezerim. Girmediğim sokağı, dolaşmadığım caddesi kalmaz. Niye gelmiş, derdi neymiş araştırırım. Tefekkür eder; kabiliyetim kadar, hikmet çözerim. Gezmekten yorulunca, ya secdeyle, ya uykuyla dinlenirim. Zaten o da genelde, gâyesine ulaşınca yollanır.
Dert, bende duramaz beyim!
Ben derdi barındırmam ki… Baktım inatçı çıktı. Alırım elime süpürgeyi, faraşı, süpürürüm. Daha olmadı, çatarım kaşlarımı, üstüne üstüne yürürüm. Baktım ki, ne etsem gitmiyor, işte o vakit de boş durmam. Mâdemki derim, gidesin yok, o hâlde burada kalmanın bazı şartları var:
Bir: Gülümseyeceksin. İki: Beni ümitsizliğe düşürmeyeceksin. Üç: Öyle fazla havalara girmeyeceksin. Dört: Uykumu kaçırmayacak, kötü rüyam olmayacaksın. Beş: Beni Rabbimden alıkoymayacaksın. Altı: Öyle ikide bir ortalarda dolaşmayacaksın. Yedi: Başımın etini yemeyeceksin!
Ben derdi şımartmam beyim!
Öyle yok, her ettiğine göz yummak! Dert de haddini bilecek. Dert de kılığına kıyafetine özen gösterecek. Öyle dağılmak da, dağıtmak da yok. Ortalık temiz, düzenli olacak. Gönlüm de, başım da huzurlu kalacak. Hem, dert dediğinin, sağında solunda batan ve yakan dikenler olsa, velev ki batsa da acıtsa bile, yok, yine de huzurum kaçmayacak. Madem öyle, elime zımpara kâğıdını alır, bir güzel ayar yaparım. Dert de zaten çocuk gibi… Özden anlayanı var, gözden anlayanı var, sözden anlayanı var. Bir de hiçbirinden değil, sadece közden anlayanı… Yine de Allah dertsiz komasın. Zira maâzallah, dertsizlik şu başıma, dertten daha fazla dert. Dertsizlik ne demek? Atâlet, rehâvet, gaflet… Hem neymiş o dert yüzünden harap olmak? Yâhû en büyük dert olsa, benim Rabbim, Aziz Allah!..
Ben, derdi içerim beyim!
Bazen, dilim damağım gafletten kuruduğunda yetişen şifalı bir su gibidir. Bazen demli çaya benzer, gönlümü alır. Bazen acı kahve olur, hatırımı çeler. Nasıl içmeyeyim? Bazen mey gibidir, seri (başı) hoş kılar. Bazen sırf derttendir, ulvî coşkular!.. Aşk şarabı olup gelmişse hele, vallahî doyulmaz öylesi derde. Zaten o vakit, dert demek haramdır. Onu içmek, her kimseye helâldir.
Ben, derdi geçerim beyim!
Yok, yarışıp da değil, ibret alıp da geçerim. Zira takılıp kalırsam, yolumdan eder. Hâlbuki duracak vakit yok. Ecel geldi gelecek! Lâzım olan dersi kendisinden almış isem daha o dertte niye durayım? Devam eder, başka derde konarım. Seç, beğen zaten, her durakta elem... Ki değişmez, yazmış vaktiyle kalem! Derdi okumuşsam, Hakk’ın adıyla, hazmetmişim demektir, hem tadıyla. Sonra durmam yoluma koyulurum. Böyle böyle hamlıktan soyunurum.
Ben, derdi seçerim beyim!
Öyle kendine dert diyen her şeye dönüp de bakmam! Dert dediğin adam gibi olacak. Eften püften meseleye “dert” dersem, yarın Allah elbet hesap soracak. İşim mi yok, zaten her yanım kusur, yetmez gibi ekleyemem bir küsür! Ben, koca bir kaleyim, her yanım sur. Geçirmem öyle değmeyecek derdi. Dert dediğin, kâmil kılacak ferdi. O vakit dert için can verilse az. O vakit elemler, koca birer haz. Zaten derdin hası, beyler beyinde. Onun da hânesi, havâs köyünde.
Ben derdi sayarım beyim!
Senelerdir sayarım, “bir” den çoğunu görmedim. O mübârek nasıl şeyse, biri gelir, biri gider. Ne vakit göz şaşı olur, birde ikilik seyreder, işte o zaman çekilmez olur dert. Hakikatte birdir ya, sebeplere takılınca bin olur. Hâlbuki ne gerek var ki! Derdin çoğu “Lokman” değil! Lokman’ın hası “Bir” derdi. Para saydıkça azalır, dert, saydıkça palazlanır! Derdin “Bir”se, say kartalım! Say, güç bulsun kanatların! “İllâllâh!” de uç ve yüksel! Ne durursun, var mı engel? Yok, bunlar değil de derdin, dünyaysa, makamsa, malsa, unutma ki, en nihayet, yetecek bir gıdım arsa.
Ben, derde akarım beyim!
Hem coşkulu bir nehir gibi akarım! Yıkılacak bir tarafı varsa, set met tanımam, yıkarım! Okşanacak yanı varsa hakkını tek tek sayarım. Bazen yar başından yuvarlanırcasına derdin kucağına düşerim. Bazen bir göl suyu olur, gamla sâkinleşirim. Nasıl akmayayım ki, dertte bir câzibe var. Onun her zerresinde, bir günâha kefaret; onun her kerresinde, Allâh’a yakınlık var.
Ben, derdi ezerim beyim!
Ezer suyunu çıkarırım. “Er”se hadi bağırsın! Posasından kurtulunca, geriye şifası kalır. Hazır şifaya dönmüşken, besmeleyle yudumlarım. Susuz tatsız bir şey ise, alnını (karışlamam) adımlarım!.. Dert dediğine de lezizlik yaraşır. Hem her zaman bal değil, bazen külliyyen acıdır! Ne olursa olsun, almak gerekir tadı. Bazen en yakıcı acıda gizlenir haz. Bazen en büyük hazlarda gizlenir acı. Kuvvetli dururum ya, bazı da pek nâçârım. Bazen derdi kovalar, bazen dertten kaçarım.
Ben, derdi çiğnerim beyim!
Çiğnemesem yutulmaz. Yutmazsam hazım olmaz. Hazım olmasa kan da, can da olmaz. E ya çok yakıyorsa ne etmeli? Diyelim ki derdim, zencefil gibi? Ne olacak, sabredip azmederim. Yangındaki gizli tadı sezerim. Yandıkça daha da ferahlar içim… Böyle olmasa ne mümkün ki geçim? Bazen ben derdi yakarım, bazen dert beni… Kolay kolay yıkamaz her dert beni. Çünkü her şey Hak’tan gelir, bilirim. Sebepler, bahaneler, vesîleler değişir. Ben derdi çiğnedikçe, dişlerime, damaklarıma, bütün varlığıma güç gelir.
Ben, derdi severim beyim!
Herhalde bu sebepten, hiç ayrılmaz peşimden... Ona ne vakit tebessümle baksam, dermana dönüşüverir. Bakışı da, gülüşü de, yakışı da sevgilidir. Yine de bazen yüzümü asarım ona. Çünkü o kadar da gizlemesem, şımarıp mayışıverir. Bakarım ki, ayarı kaçtı kaçacak, “Hoop derim, kendine gel!..” Tamam anladık dertsin; ama öyle çok fazla da alışma. Ölçüyle gel. Edeple gel. Her işime karışma! Derdimin huyu bir gariptir. Hani, “Su içsem yarıyor” diyen insanların hâli gibi, kaş da çatsam, taş da atsam yarar ona…
Derdim büyüdükçe dermanım büyür. Dillerim çözülür, fermanım büyür. Böyle derdi seyran etmesem olmaz. Hamd ü senâ etmeyip sussam olmaz. Onun kendine has bir tadı vardır. Bir zaman gelir, dert demeye utanır da dil, lûtuf der, nîmet der, ikrâm der. Ona dert demeye kıyamaz. Adını dert koymaya utanır. Sanır ki, öyle deyiverse, gücüne gidecek de ağlayacak dert. Deme ki, “Dert de ağlar mı?” Ağlar. O, yaratılış hikmetinin kavranmadığı yerde, şükre ve yaratanı hatırlamaya vesîle olmadığı yerde, cehennemde gibidir.
Ben, derdi saklarım beyim!
Alır, kalbime koyar, kapıyı da kilitlerim. Öyle her gelen göremez, her dinleyen duyamaz. Hem haddini bilir de, her odama dalamaz, her tenhama dolamaz. Dert ki misafirdir, umduğunu değil, bulduğunu yiyecek. Öyle aman aman ikram da beklemeyecek.
Zaten, derdi gereğinden fazla büyütürsem, bu sefer de kendini bir nimet sanır. İşte böyle olmasın diye, derdi dönüştürürüm. O bana gelince, sîmâsı da, edâsı da değişir. Bir kere bana gelmişse, o derdin hem benden nasibi, hem illâ bir “işi” vardır. Dolusunu pek severim, ki derdin de boşu vardır. Hem çirkini hem de, mâşaallâh, hoşu vardır.
* * *
Şimdi, dertleri uyuttum, bir fincan kahve içeceğim. De ki; yudumlayabilmem için, kahve çekirdeğinin başına neler neler gelir? Önce yanar kavrulur. Sonra keskin dişlilerin arasına girer, paramparça, darmaduman olur. O mis gibi kokuyu yayabilmek için, bütün varlığını dağıtır. Ardından cezvenin içinde kaynayıp köpürerek, kıvama gelir. Başına bütün bunlar geldi diye, hiç acır mısın kahve çekirdeğine? Yoksa en güzel lezzeti aldığını hissederek, gamsız ve müteşekkir, yudumlar mısın?
Üstelik yanında da leblebi yiyeceğim. De ki o, yiyebileceğim kıvama gelene kadar ne safhalardan geçmiştir?! Az mı ateş görmüş, az mı canı yanmıştır. Az sonra, dişlerimin arasında, çok da zorlanmadan ezip çiğneyeceğim. Tadını alınca şükredecek, sevineceğim. Acep hiç, nohuttan leblebiye dönüşürken çektiği yangın gelecek mi aklıma?!
Dertler de beni hâlden hâle koyup, mahzun kılmışsa… Canım yanmış, âh edip ağlamışsam, böylece çiğliğim gitmiş bambaşka bir lezzete kavuşmuşsam, fenâ mı olmuş? Bu vesîleyle birileri de hayra, güzele, yani Hakk’a ulaşsa, “Oh, yâ Rabbi şükür!..” dese, âlâ olmaz mı?
Kıvam için elbet bazen, ateşin dozu artacak, sıkıntının cüssesi elbet bazen büyüyecek. Gençlik faslı gerilerde kalıyor artık… Ümmeti olduğum Habîbullâh’ın, kutlu vazifesine başladığı yaşın yakınlarına geldim. Bu, ne demektir? Esas vazifenin vakti geliyor demektir. Şimdiye kadarkiler birer antrenman, birer hazırlık... Kemâle üç kala, olacak elbet bu kadar darlık. O hâlde, derdim için de şükretmemi yadırgama! Başkasını yıkan işler, bana kuvvet olup gelir. Hem kızar, hem terslerim ya, ben derde kıyamam. Kendim konuşurum ya, başkasını konuşturmam! Üstelik ömrü uzasın, nicelerine hayrı dokunsun diye, çöpe de atmam, atamam. E ya ne yaparım? En nihayet vakti gelir…
Ben, derdi yazarım beyim!
Çünkü bana “Yâ Zâr!” derler. Elem yüklü haykırışım, tâ göklere yükselir. Yazmasam çatlamam; lâkin kesin infilâk ederim!.. Ağlayışım harflerde, iniltim cümlelerdedir. Kalemlerle kâğıtları kazarım! Satırları deşmeye gücü yetenler, orada gömülmüş nice sır bulurlar. Bunu sıradan kimseler yapamaz. Bunu, kabuğa sarılıp, özü garip bırakanlar başaramaz! Özün kalbini kırana, hakikat kendini açmaz. Bütün derdi “kim demiş, ne demiş, kim kiminle ne yapmış?!” olanlar, mânâyı kavrayamaz.
Ben, derd-i sevdâyım beyim!
“Beyler beyi”nin sevdâsını bölüşmeyenler, “bir” derdinde pişmeyenler, bilir mi? Ne yazmak bedavadır, ne anlamak hâsılı… Kim ki sevgiyle okur, odur mânâ vâsılı!
YORUMLAR