Ne kadar ömrüm kaldı, bilmiyorum. Ama şimdi öleceğimi bilsem, “Bu kitap, kurtuluşa vesîle olacak kitaplardan birisi…” derdim.
İnsanoğlunun hayat virajlarını bu kadar ince ve hayata indirgeyerek anlatması çok hoşuma gitti. Benim hızla akan hayat ırmağım denize varmadan, hayat trenim son durağına gelmeden yapacağım çok işler birikti. Evet, muhafazakâr bir âilede doğdum. Belki kitapta anlatılan şahsiyetlerden çok daha fazla şanslıydım. Fakat ne yalan söyleyeyim, bu seneye kadar ihlâslı bir îman kapısı aralamak aklıma gelmedi. Babam din görevlisi, annem de ne derecededir bilmem, ama ibadetlerini aksattığını görmedim. Annemin üzerine basa basa söylediği tek bir şey vardı:
“-Namazlarını aslâ aksatma; namaz kılınmayan evde bereket olmaz.”
Aklıma kazınan bu cümlelerin ehemmiyetini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ben bu kitabın satırlarını okurken gerçek takvânın ne olduğu sorusuyla çok yoğruldum. Kafamdaki soru işaretleri de beni Hakk’a yöneltti. Annemin, babamın ibadet konusunda hassasiyetleri gözümün önüne geliyor da; yazık, şimdiye kadar onlara yakışır bir evlât olamadım. Daha da önemlisi, beni öyle bir âilede dünyâya getiren Rabbime lâyık kul olamadım, diyorum.
Ben küçük yaşlarda, daha doğrusu olması gereken yaşta tesettüre girdim. İbadetlerime başladım, İslâm konusunda eğitim aldım. Ama görüyorum ki, yapılan her şeyde, atılan her adımda bir şeyler eksikmiş.
Bu kitap, baharda yapraklara düşen çiğ tanesi gibi geldi bana. Umarım biz de ihlâslı kullardan oluruz.
Böyle bir kitabı benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim öğretmenim. Allah, sizden râzı olsun. (Ayşegül Aksoy; AİBÜ İDKAB 2)
“EMSALSİZ ÖRNEK ŞAHSİYET”
Bu kitabı ikinci okuyuşum. Ve anladım ki, okumak yetmiyor aslında. Anlamak gerekiyor, hissetmek gerekiyor.
İnsan okudukça câhilliğinin derinliğini anlıyor hep... Her okuyuş bir can yakış oluyor. Meğer ben neleri bilmiyormuşum. Bilmemenin acısını çıkartırcasına dikkatlice okuyorum her bir sayfayı. Biraz ara vereyim diyorum; bilmediğim bu kadar çok şey varken ben dinlenemiyorum. Durmaksızın okuyorum. Ve kitap bitti, diyemiyorum. Hani demiştiniz ya:
“-Hiçbir şeye, bitti, tamam, oldu, demeyin!” diye…
Ben bu kitaba, bitti, diyemiyorum. Efendimizi anlatan bir kitap nasıl biter ki? Sayfa sayfa, satır satır işlemek istiyorum onu beynime, yüreğime... Bitirmemek istiyorum işte, her dâim O’nu okumak, O’nun gibi olmak… Biliyorum, hiç kimse O’nun gibi olamaz. Ama şimdi anlıyorum ki: “O’nun izinde yürüyen herkes, kendi âleminde bir küçük «Muhammed» olabilir.”
Şimdi O’nun geçtiği sokaklardan geçmek istiyorum. O’na gitmek istiyorum. O’nsuz olan her şeye kapatmak istiyorum kendimi. Şimdi, O’nu özlüyorum. O’na duyulan hasret çok güzel. Vuslat nasıl olur, bilemiyorum. Mevlânâ Hazretleri, O’na vuslatı bayram diye nitelendirir: “Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, o mübarek varlığın cemâlinin nurundandır.”
Ben anlatamıyorum içimdekileri... Kalemim yürümüyor. Kelimeler susuyor şimdi. Ya da içimdekilerin ne önemi var ki? Hakikî yol, Rasûlullah’ı anlatmak değil mi?
Umuda yelken açmışsa bir yürek ve yaşatmak için yola çıkmışsa, Kâinatın Sahibi, ona gülden sofralar hazırlamıştır. Gülden sofralarda hep Efendimiz’le olmak duâsıyla… (Sümeyye Soysal; AİBÜ, İDKAB 1)
YORUMLAR