Şebnem, Hüdâyî Külliyesi’ne vardığında Nur Hemşire’nin kendisini beklediğini gördü. Nur Hemşire büyük bir sevinç ve samîmiyetle onu kucakladı:
“– Geleceğini biliyordum. Tam vaktinde yetiştin.”
“– Ablacığım, ne yalan söyleyeyim biraz zorlandım, ama gönlümün tercihi burası oldu. Bunda sizin ve ninemin payı oldukça büyük. Rabbim râzı olsun.”
“– Hep böyledir aslında. Doğru ve olumlu işlere yönelince yanlış ve zararlı işleri terk etmiş, onlardan vazgeçmiş oluruz. Aynı şekilde yanlış ve olumsuz olan şeylere yönelince de doğru ve huzur getirecek işlerden uzaklaşmış oluruz.”
Şebnem, hak verdiğini ifade etmek için başını hafifçe salladı. Hastahanede yaşadıkları ve ninesinin kabrini ziyarette hissettikleri, kavradıkları, yönelişleri, tam bu gerçeğin tecellîsiydi. Yanlış olandan vazgeçmeden, doğru olanın tadına varmanın mümkün olamayacağını kavramıştı. Diğer bir ifadeyle, yanlışı terk ederek doğru olana sarılmanın verdiği gerçek hazzı tatmıştı bugün. Müteşekkir gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:
“– Söylediklerini bugün çok daha iyi anladım ablacığım. Çok teşekkür ederim.”
“– Estağfirullah kardeşim. Cenâb-ı Hakk’ın lutfu. Sendeki samimiyet ve idrâkin bereketi. Rahmetli ninenin duâsı.”
Nur Hemşire saate baktı:
“– Şebnem, vakit yaklaştı. Haydi içeri girelim.”
Şebnem, Nur Hemşire’yle birlikte sohbetin yapılacağı salona girdi. Büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Fakat bu kalabalığa rağmen içeride ruhlara sükûnet veren bir hava hâkimdi. Müsâit bir yere oturdular. Şebnem, daha o anda kalbini kuşatan bir huzurun lezzetini tatmaya başladı.
Çok geçmeden konuşma kürsüsüne ön kapıdan beyaz sakallı, temiz giyimli, yetmiş yaşlarında, nur yüzlü bir dede geldi. Yunus Dede bu olmalıydı. Yüzünde huzur verici bir ifade ve sakinlik hâkimdi. Yunus Dede, sandalyesine oturduğunda önce kısa bir duâ okudu. Sonra besmele çekip ruhlara sükûnet veren tatlı bir ses tonuyla ve tane tane konuşmaya başladı. Sanki kalbi, dil olmuştu. Ne söylese Şebnem’in yüreğine, âdeta sedef kakma-çakma sanatı gibi işleniyordu. Üstelik anlattıkları, Şebnem’in yaşadığı rûhî ihtilâçların yeni cevapları mâhiyetindeydi. Onun son günlerde başından geçenler neticesinde gönlünde açılan tefekkür penceresine hikmet semâlarından yeni ışıklar aksediyordu. Düşünmeye çalıştıklarını, daha önce düşünmüş bir idrakten dinlemek, anlamaya çalıştıklarını anlamış bir gönülden işitmek, Şebnem’de ikinci ve daha tesirli bir şifâ olarak tecellî ediyordu. Dakikalar geçtikçe Yunus Dede’yi daha bir can kulağı ile dinledi. Dinledikçe idrâki açıldı, idrâki açıldıkça gönlü ferahladı. Bazı bildiği şeyleri bile ilk defa duyar gibiydi. Yunus Dede’nin her sözü Şebnem için hayat iksiri olmuştu.
Yunus Dede, her hakîkati hikmet ve irfan üslûbu ile anlatıyordu:
“İnsan, bu dünyaya geldiğinde âdeta boş bir kaset gibidir. Üzerine ne doldurursa ona göre bir hayat sürer. Kıyâmet günü «İkra’ Kitâbeke: Kitâbını oku!..» emriyle o kaset önüne açılacak ve insana hayat senaryosu seyrettirilecek!.. Bu itibarla dünya ve âhiret saâdetini kazanma gayreti içinde olan her insan, gönlünü Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti ile doldurmaya mecburdur. Çünkü gönül, Kur’ân ile yoğrulduğu nisbette «ahsen-i takvîm»e, yani en güzel yaratılış sırrına nâil olur. Kur’ân’ın sonsuz hikmetlerinden, ancak canlı bir Kur’ân olarak yaşarsa nasip almaya başlar. İnsan, bu sâyede fıtratındaki menfîlikleri köreltir. Rabbinin lutfettiği meziyetleri inkişâf ettirerek fazîletler ve güzellikler menbaı hâline gelir.
Kur’ân-ı Kerîm öylesine esrar dolu bir yüce kelâmdır ki; her idrâk, iz’ân ve vicdâna, onların seviyesi ölçüsünde ilâhî sırlarını açar. Çünkü Kur’ân’ın kaynağı Allah’tır. Bunun içindir ki, Kur’ân’a vâkıf olmak ve onun iki cihan saâdetine vesîle olan bereketli iklîminde yaşayabilmek, her şeyden önce Allah ve Rasûlü’ne engin bir muhabbet ister. Çünkü yüce hakîkatlerin de sonsuz nasiplerin de kapısı, ancak muhabbettir. Her mü’min rahle başına oturur, lâkin muhabbetinin enginliğine göre bir seviye alır.
Muhabbetin gerçek mekânı ise nefsimiz değil, gönlümüzdür, kalbimizdir. Kalp, ancak muhabbet-i ilâhî için vardır. Nasıl ki berrak bir denizde dipteki taşlar bile âşikâr görünürse, mânevî duygulara ve ilâhî muhabbete mazhar olan kalp de aynen öyledir. Böyle bir kalbin gönül penceresinden ötelerin ötesine nice yollar ve ufuklar açılır; neticede o kalbin sahibi; zarâfet, nezâket ve insanlık ufkunda derinleşir ve hikmet sahibi olur.
Ancak unutmamalı ki, insan kelimesi, ünsiyet ve nisyan kelimeleriyle alâkalıdır. Bir kalp, hayır veya şer, ne ile ünsiyet ederse, onun istikâmetine girer. Bunun için, ömrümüz boyunca kalbimizi bilhassa nisyandan, yani Allâh’ı ve kendimizi unutmaktan korumamız zarûrîdir. Zîra nisyan; nefse mağlûbiyettir, kulun kulluğunu unutmasıdır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«(Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona Sen mi vekil olacaksın?» (el-Furkan, 43)
Kalpteki menfî hasletler, insanın Kur’ân ile doğru buluşmasına mânî olur. Hattâ Kur’ân’ın rahmeti, şifâsı ve hidâyeti ile buluşamayanlar tam aksine murdarlığa dûçâr olurlar.
İnsanın bu menfî hâle düşmesine sebep, ten esareti altında yaşamasıdır. Çünkü insan, bedeni itibâriyle türâbîdir, yani topraktan gelmiştir ve toprak terkibinden çıkanlarla gıdalanır. Böyle olunca gaflete dûçâr oldukça nefsâniyete temâyül eder. Nihayet rûhun bedeni terk etmesiyle de toprağa döner.
Ancak insan, rûhu itibariyle de Allâh’a mensuptur. Dolayısıyla kulluğunu unutan, yani nisyana düşen her kalbin tedâvîsi, rûhun mensûb olduğu Rabbini çokça zikretmektir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle îkaz buyurur:
«Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.» (el-Haşr, 19)
Bu ilâhî îkazın ehemmiyetini çok iyi idrak etmemiz lâzımdır. Çünkü bir insanda nefsânî arzular gâlip gelince, kul Allah’tan uzaklaşmakta, rûhânî duygular gâlip gelince de Allâh’a yaklaşmaktadır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın bütün nîmetleri, iki ağızlı bir bıçak gibidir. Allâh’ı unutup da ilâhî ikramları nefsinde zehre dönüştürenleri perîşan eder. Ancak Cenâb-ı Hakk’ı dâimâ şükürle yâd edip de ilâhî lutufları gönlünde şifa ve berekete dönüştürenleri iki cihan saâdetine nâil eder. Dolayısıyla bu âlemde bize emanet ne varsa hiçbirini nefsimize mâl etmemeli ve hepsini sadece birer vasıta ve imtihan olarak görmeliyiz.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
«Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.» (et-Tekâsür, 8)
Şu bir gerçektir ki, bu fânî dünya, ebedî âleme giden yolda sadece bir istasyondur. İstasyonda uyumak da perişanlık ve pişmanlıktır.
Cenâb-ı Hak, her şeyi bir kader ile halketmiştir. Sıramız gelince anne karnında bir cesede bürünüp dünyaya geldik, dünyadaki zamanımız dolunca cesedden çıkıp kabir hayatıyla ebedî yolculuğumuza devam edeceğiz.
Yani hayatın manzarası, biri giriş, diğeri de çıkış olan iki kapı arasındaki bir nevî koridorda, zaman zaman rûhânî tecellîlerle, zaman zaman da nefsânî handikaplarla dolu bir engelli koşudan ibârettir.
Dünyâ ve âhiret hayatının saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm muammâsını çözmekle başlar. Zîrâ ölüm, nefs engelini aşamayanlar için acı bir musibet, diğer taraftan vahyin ilâhî sesine gönül verenler için de sonsuz saâdetin başlangıç noktasıdır.”
Şebnem, dinledikçe içindeki ihtilâçların sükûnete erdiğini hissediyordu. Sanki Yunus Dede, sırf ona konuşuyor gibiydi. Gözünde Müge’nin hâli canlandı. Önceleri gıpta ettiği Müge’ye artık acıyordu. Onun için üzülüyordu. Keşke o da bu nasihatleri duyabilseydi. Kim bilir gayret edilse, belki o da kazanılabilirdi. Şebnem bir an daldığı bu düşüncelerden sıyrıldı ve tekrar Yunus Dede’yi can kulağı ile dinlemeye koyuldu.
Yunus Dede, aynı berraklıkla anlatıyordu:
“Rûhî ihtilâçlar içinde kıvranan insanın kurtuluşu nerededir? İşte bu noktada var oluşumuzun gerçek gayesine dair bir soru sormamız gerekiyor. Zira biliyoruz ki, âlemde gayesiz bir sûrette yaratılmış tek bir atom zerreciği bile bulunmamaktadır.
Şöyle bir düşünelim:
İlk insan Âdem -aleyhisselâm-’dan bu yana dünyadan milyarlarca insan gelip geçmiş, bu dünya defalarca dolup boşalmıştır. Bunların arasında cihana hükmetmiş nice sultanlar ve varlığının hesabını bile bilmeyen servet sahipleri de bulunmaktadır. Fakat ortalama 70-80 senelik kısa bir ömür neticesinde ölüm, sultan ile dilenciyi hiçbir zaman birbirinden ayırmamış ve herkesin bedenini öğüterek bir avuç topraktan ibaret hâle getirmiştir. Her gün üzerinde gezindiğimiz topraklar, bu hakikatin binlerce kez tecellî ettiği ibret levhalarıyla doludur. Bu ibret levhaları bize göstermektedir ki, binbir ihtimam ile semirtip beslediğimiz bedenimiz toprak olmaya ve üstüne titrediğimiz servetimiz de kuruşuna varana dek elimizden çıkarak vârislerimize devredilmeye mahkûm... Dünya hayatının bu vasfına dair Mevlânâ Hazretleri’nin şu hikmetli ifadeleri ne kadar mânidardır:
«Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.»
«Sen bir padişah olsan, debdebe ve şatafatlı bir taç ile tahtın, hesapsız malın mülkün, orduların olsa da, şunu iyi bil ki, Allah’ı unutturan her şey, seni yavaş yavaş helâke götüren şeylerdir.»
Şu hâlde;
Hayatın gayesini yiyip içmekten, hevâ ve hevesinin peşinde koşmaktan ibaret zannedip saadet ve huzuru fânî varlığında ve nefsânî temâyüllerinde arayan kişi, ancak kendisini aldatmış olur. Çünkü hakikî saâdet, bitip tükenen değil, ebediyyen pâyidar olandır. Bunun için de maddî temâyüllerden gönlümüzü kurtarıp mânevî reçetelere meyletmeliyiz. Rûhumuzu nefis vadilerinin karanlıklarında yıpranmaktan kurtararak gönül ikliminin engin semâlarında kanat açmalıyız.
Bir Hak dostu şöyle buyurur:
«Gören zâhirî gözler aynıdır. Lâkin kalp gözleri farklıdır. Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ), ahmaklar içinse yemek ile şehvettir.»
Ârifler, yâni Hak dostları her şeyde farklı bir nükte sezer ve âlemdeki hikmetleri devşirirler. Gâfiller ise, dünyada nefsânî arzularını tatmine çalışırlar. Bu şekilde kalplerindeki çatlağı daha da büyütürler.
Nasıl ki, bir radyonun frekansı tam ayarlanmadığında net bir ses gelmez ise, kalp de böyledir. Yanlış hisler, Hak ve hakîkate göre ayarlanmamış duygular, insanı gaflete ve neticede yanlış davranışlara meylettirir.
Dünyanın aldatıcı ve göz boyayıcı nefsânî çirkefliklerinden kurtularak gönlü âbâd etmek, var oluşumuzun yegâne gayesi ve saâdet kapılarının biricik anahtarıdır. İnsanın en değerli cevheri gönüldür. Zîrâ o, Hakk’ın aynası olabilme istîdâdındadır. Mevlânâ Hazretleri bununla alâkalı olarak da insana şöyle hitap eder:
«Ey heveslerine aldanan insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. (Bir misal verecek olursak:)
Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün. Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağ-bahçedir. (Bu misalde olduğu gibi) asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir.
Diğer varlıkların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine, aldanış mekânı demezdi.
Bir âyet-i kerîmede:
«Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyâmet günü tastamam verilecektir. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o, muhakkak murâdına ermiştir. (Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» (Âl-i İmran, 185) buyrulur.
Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyâullah’tan uzakta kalanlar, bomboş hayallere meylederek aldanırlar...
Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?
Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: «Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.» (Kâf, 19)
Şu hâlde hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeken ve; “Ölmeden evvel ölünüz!” düstûru ile yaşayan kimseye ne mutlu! Ne mutlu ki, onun rûhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır.»
Cenâb-ı Hak, bu fânî ömrü ebedî ömre mazhar olacak güzel amellerle değerlendirebilmeyi, hayatın gayesini idrâk edebilmeyi ve O’na kavuşma iştiyâkı içerisinde son nefesimizi vuslat ânı olarak yaşayabilmeyi hepimize nasîb eylesin! Âmîn…”
Son duâ cümleleri ile birlikte Yunus Dede, sohbetini bitirdi. Dinleyiciler arasından bazıları birtakım sualler sordular. Yunus Dede, onları da kısa ve veciz bir şekilde açıklayıp müsaade aldı.
Şebnem yerinden kıpırdamıyordu. Herkes yavaş yavaş oradan ayrılırken Şebnem hâlâ yerinde oturuyordu. Teneffüs ettiği mânevî havanın ve gönlünde hissettiği feyiz ve huzurun kaybolmaması için, âdeta kalkmaması gerektiğini düşünüyordu. Sanki dışarı çıkınca burada hissettiklerini birileri elinden alacakmışçasına bir endişe içerisindeydi. Salon iyice boşalıp da Nur Hemşire:
“– Kalkalım mı?” diye sorduğunda mahzunlaştı:
“– Ablacığım, keşke hiç bitmeseydi… Sanki bu mekânda bir mıknatıs var. Kalkmak istemiyorum. Bir saatlik bu sohbet, bana bir dakika kadar kısa geldi…”
Nur Hemşire gülümsedi:
“– Mânevî haz ve huzurla geçen anlar, insan o anları bitmesin diye arzu ettiği için çok kısa gelir. Vakit olarak gerçekten de çok kısa gibidir, ama istifade edildiği nisbette neticeleri büyüktür.”
Şebnem kalkarken sohbetle ilgili son değerlendirmesini vecd hâlindeki gönlüyle şöyle ifade etti:
“– Ablacığım, benim için önümüzdeki haftaya kadar günler çok uzun geçecek…”
YORUMLAR