MENFAATLER KAYBOLUNCA…
Müge yeni oturdukları semte adımlarını zorla taşıdı. Eve yaklaştıkça yine belli belirsiz bir hüzne kapıldı.
İffet Anne’nin anlattıkları ona büyük ölçüde teselli olmuştu. Fakat yine de bu hayata alışmakta bir hayli zorluk çekecek gibiydi. Onca çalkantıdan sonra bir anda her şeyin normale dönmesi o kadar kolay bir mesele değildi.
Yeni tuttukları köhne evin kapısını isteksizce çaldı. Kapıyı açan annesinin yüzünde de aynı hisler okunuyordu. Kadıncağızın yüzü biraz da asıktı. Müge onu bu hâlde görünce daha bir hüzünlendi.
Annesi, ona hiçbir şey söylemeden mutfağa geri döndü. Müge de diğer odalardan birine geçti.
Daha dün, eski mobilyalar satan bir dükkândan sıkı bir pazarlıkla satın alınmış çekyatın üzerine oturdu. Bir müddet düşünceye daldı… O esnada cep telefonu çaldı. Numaraya baktı, tanımadığı bir numaraydı. Ufak da olsa bir tesellî umuduyla cevapladı:
“–Efendim?..”
Ancak karşısındaki ses, beklediği samimiyette değildi. Bilâkis resmî bir ses tonu hâkimdi.
Bir ay önce alışveriş yaptığı bir giyim mağazasından arıyorlardı. Epey hatırı sayılır bir fiyat karşılığında, arkadaşlarından Müjgan isimli bir kıza hediye etmek üzere Müge, oradan pahalı bir manto almıştı. Ödeme için de bir ay sonrasına bir senet imzalamıştı ve işte senedin günü gelmiş de geçmişti bile… Telefondaki ses, şu cümlelerle sözünü bitirdi:
“–Hanımefendi, eğer iki gün içinde borcunuzu ödemezseniz, günlük faiz işlemeye başlayacak. Bir müddet sonra da haciz işlemine başvurmak durumunda kalacağız.”
Müge, bir şey diyemedi. Telefonu yorgun ve bitkin bir vaziyette kapattı. Ne yapacaktı? Durumu babasına açamazdı. Çünkü onun vaziyeti de ortadaydı. Bir yerden para bulmayı denese, bunu da yapamazdı. Acaba Müjgan’ı mı arasaydı? Çok ayıp olurdu. Ama çok çaresizdi. Hiç olmasa durumdan haberdar etse de ondan borç istese belki olabilirdi. Çünkü Müjgan, onun en yakın ve en samîmî görünen arkadaşlarındandı. Belki biraz hatırı geçerdi. Çaresiz bir şekilde bu fikir aklına yattı. Yine de müteredditti. Cep telefonunu aldı ve Müjgan’ın numarasını çevirdi.
Telefon çaldı, çaldı… Sonra tekrar tekrar çaldı. Fakat açan olmadı. Ümitsizliğe kapıldı. Fakat yine de aramalıydı. Bir daha aradı. Nihayet beşinci arayışında karşıdan cevap geldi:
“–Alo…”
“–Müjgan, ben Müge; nasılsın?
“–Aaa… Sen misin Müge? İyiyiz işte, nasıl olalım… Ha bu arada babanın başına gelenleri duydum. Büyük geçmiş olsun. Kaç gündür arkadaşlarla onu konuşup duruyorduk. Ne yapacaksınız siz şimdi?”
Müge bu konuda fazla konuşmak istemedi. Bahsi birkaç cümleyle geçiştirdikten sonra, az önce mağazadan gelen telefondan bahsetti. Titrek bir sesle borcu ödeyecek durumu olmadığını söyledi. Sonra kekeledi. Kırık dökük cümlelerle bu konuda yardımcı olup olamayacağını sordu. Karşısındaki ses ise hiç beklemediği bir soğukluğa bürünmüştü. Müjgan’ın cevabı sert ve asabi idi:
“–Ne demek istiyorsun? Sana hediye al diyen mi olduydu? Dün hediye edip de hava attığın basit bir şeyi şimdi de başa mı kakmak istiyorsun! Geç bu tavırları! Ben senden hediye falan istemedim, kendi isteğinle aldın. Şimdi durup dururken benden parasını mı istiyorsun? Hiç yakıştıramadım sana. Çok istiyorsan, gel hediyeni geri al. Zaten hiç beğenmemiştim!..”
Müge şaşkın bir vaziyetteydi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sürekli kekeliyordu:
“–Ben öyle bir şey demedim ki! Sadece…”
“–Sadecesi madecesi yok! Ben diyeceklerimi dedim, o kadar…”
Telefon, çat diye Müge’nin suratına kapandı. Kızcağız iyice afalladı. Bir zamanlar ona en pahalı hediyeler alacak kadar sevdiği arkadaşı Müjgan, bu Müjgan mıydı? Bir dediğini iki etmeyen, hiç yanından ayrılmayan en samîmî dostu, hatta sırdaşı olan Müjgan, bu muydu? Binbir hediyeye boğduğu ve bunlar karşısında “Sana olan vefa borcumu ne yapsam ödeyemem!” diyen Müjgan, bu muydu?
Bu sualler peş peşe zihnini doldurdu. Ağlamaklı oldu. Sonra yüreğini öfke kapladı. Sinirden dudaklarını kemirdi. İnsanlar, ne kadar da çabuk değişiyordu? Aman ya Rabbî! İnsanlar, nasıl menfaatlerinin robotu hâline geliyordu?!
İşte insan denilen muammâ!.. Çöz çözebilirsen!.. Kendisine iltifat eden o mütebessim sahte maskeler düşmüş ve gerçek çirkin yüzler bir anda ortaya çıkıvermişti.
Kendini biraz yatıştırmak için lavaboya yöneldi; elini yüzünü yıkadı. Sonra odasına döndü. Ayakta, doğru düzgün hiçbir şey düşünemeden, bir müddet gezindi. Bir şeylerle meşgul olmalıydı. Yoksa öfkesi ve çaresizliği teskin olmayacaktı. Bir süre sonra yorgun ve bîtap bir şekilde kendisini kanepeye bıraktı. Yapacak bir şey bulamamıştı. O esnada aniden aklına bir şey geldi: Şebnem’in hediye ettiği kitap… Geçen seferki gibi yine o kitapta belki yüreğine su serpecek, kendisine yol gösterecek satırlar bulabilirdi. Hemen eline aldı. Daha önce kaldığı yerden devam edecekti. Sayfayı bulmak için içindekilere bakarken bir başka başlık dikkatini çekti:
“Menfaatler Kaybolunca…”
Aslında pek ilgisiz bir hâldeydi. Hatta okuyamayacak vaziyetteydi. Sırf can sıkıntısı geçsin diye okumaya gayret etti. Sonra sonra okuduğu mânidar satırlar, yine onu düşünce dünyasına çekmeyi başardı:
“Hayatta, bir çok insanla tanışıklığımız, arkadaşlığımız, yoldaşlığımız hattâ belki de sırdaşlığımız var. Ama bütün bu alâkalar üzerinde bir dakika durup düşünelim. Yalnızca bir dakika. Soralım:
Bizim bu insanlarla münasebetlerimizi yönlendiren şey nedir?
Özellikle yakın arkadaş çevremize dikkat edelim;
Yakın arkadaşlarımız bizim başkalarına göre daha fazla beraber eğlendiğimiz, daha çok hoş vakit geçirdiğimiz insanlar… Ancak onlara karşı olan tavırlarımız ne gibi iç duygulardan besleniyor, bunu hiç merak ettik mi? Meselâ onlardan birine iltifat ettiğimizde, bunu gerçekten muhabbetimiz sebebiyle mi yapıyoruz; yoksa onun da bize iltifat etmesini veya başka türlü bir menfaatte bulunmasını mı umuyoruz? Birisine bir şey hediye ettiğimizde, gerçekten içimizden geldiği ve o kişiyi çok sevdiğimiz için mi hediye ediyoruz? Yoksa karşımızdaki kişiyi minnet altında bırakmak, ona karşı bir nevî güç ve servet gösterisi yaparak üstünlük kazanmak için mi?
Yani biz gerçekten muhabbetinde ve her türlü iyiliğinde samimî bir insan mıyız; yoksa iyilik gibi görünen bütün davranışları nefsânî menfaat beklentileri içinde sergileyen gösteriş meraklısı bir ikiyüzlü mü?
Bu sualin cevabında gizli olan şey, bizim esas benliğimiz!.. Cevabı, ya kendi içimize büsbütün samimî bir sûrette dönüşle, yani nefs muhasebesi yaptığımızda bulacağız ya da, daha acı bir şekilde, en umulmadık bir anda aradaki menfaatler kaybolunca…
İşte o an, etrafımızda uçuşan yalancı sevgi baloncuklarının da birer birer söndüğünü göreceğiz. Çünkü birisine karşı olan sevgi ve muhabbetini fânî bağlarla bağlayan, o dünyevî ve fânî bağın yok olmasıyla sevgi ve muhabbetten mahrum kalır.
O hâlde, menfaatler kaybolunca yolları bizden ayrılanlara mı kızmalıyız yoksa sevgimizi çürük menfaat iplikleriyle bağlayan kendimize mi?
Peki, menfaati ve faydası aslâ kaybolmayan, ilelebet bir sevgiden ne kadar haberdârız?”
Müge, ilk anda ilgisiz bir sûrette okuduğu bu satırlardan oldukça etkilendi. Evet, hiç böyle düşünmemişti.
Müjgan’a hediye alırken içinde bulunduğu his dünyasını hatırladı. Kendisi, arkadaşlarına bu şekilde hediyeler almayı seven birisiydi. Ancak bu hediyeleri alırken, içten içe zenginliğini herkese göstermek istiyor ve açıkçası birçok kişiyi kendisine karşı minnet altında bırakmaktan da büyük zevk alıyordu. Bu şekilde nefsâniyetini tatmin ediyordu. Evet, arkadaşları için de durum bundan farklı olmamıştı.
Şu hâlde, Müjgan’dan görmüş olduğu çirkin tavır, aslında kendisinin hak ettiği bir tavırdı… Ondan herhangi bir vefa hissi içinde olmasını beklemeye hakkı yoktu. Hele kendisine yardımcı olmasını istemek de tamamen yanlıştı. Çünkü kendisi ona yardım etmemiş, bilâkis yanlış niyetleriyle belki de kötülük etmişti. Şimdi de elbette ektiğini biçiyordu.
Kitabı kapadığında Müjgan’a olan öfkesinden kurtulmuştu. Ancak kalbi ve aklı, kurtulamadığı bir gerçeğin içinde kıvranıyordu:
Çaresizlik…
Evet oldukça çaresizdi. Mâlum parayı nasıl ödeyecekti? Beyni zonkluyordu. Binbir muhasebe ve düşünce girdabında boğuluyor gibiydi. Nefes alamayacak bir hâle geldi. Silkinmeye çalıştı. Bütün çaresizliğini, her çarenin lutfedicisi olana yöneltip gönlünün ta derinliklerinden:
“–Allâh’ım yardım et!..” diye inledi.
Hâlini anlatacak dertli cümleler sıralamak üzereydi ki, kapı zili araya girdi. Annesi mutfaktan:
“–Müge, kapıya bak!” diye seslendi.
Yutkundu. Kendini toparlamaya çalışarak kapıya yöneldi. Geleni görünce sanki dünyalar onun olmuşçasına bir ferahlık hissetti. Gelen Şebnem’di. Hemen boynuna sarıldı:
“–Şebnem, benim dertli günümün vefakâr kardeşi!.. Uzun zamandır hiç bu kadar sevinmemiştim…”
Birlikte içeriye geçtiler. Oturdukları zaman Şebnem, Müge’ye döndü ve şöyle dedi:
“–Müge, sen benim yıllar yılı çektiğim sıkıntılarla yeni tanışıyorsun. Senin şu anki hâlini en iyi ben anlarım. Zaten dostlar, zor zamanda belli olur. Eğer kabul edersen, sana ufak bir hediyem olacak!..”
Sözünün bu noktasında, kolundaki iki bileziği çıkardı ve Müge’ye uzattı:
“–Kardeşim, bu beklemediğin gelişmeler sebebiyle ihtiyacın olabilir. Bunlar bana ninemin hatırası… Zor zamanlarımda kullanabilmem için bana vermişti. Bunları ister borç, ister hediye olarak kabul et. Ama ricâ ederim, ne olur yanlış anlama ve ufacık ikramımı geri çevirme!.. Çünkü ikramı kabul etmek de bir ikramdır. Eğer âcizâne hediyemi kabul edersen, asıl sen bana en büyük ikramda bulunmuş olursun!..”
Müge, olup bitenleri şaşkın bir şekilde seyrediyordu. Biraz önce Müjgan ile telefonda konuştukları ve onun kırıcı davranışları ile Şebnem’in bu asil ve kibar davranışını ister istemez mukayese etmişti. Gözleri doldu, doldu ve Şebnem’e sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“–Kardeşim benim!.. Seni bana Allah gönderdi!.. Şu an içinde bulunduğum hâlimi sana bir anlatabilseydim!.. Tamam, hediyeni kabul edeceğim, ama bir şartla! Borç olarak… Sana en kısa zamanda geri ödeyeceğim!.. Senin ne zor şartlar altında yaşadığını ve bu bileziklerin senin için ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Şimdi seni çok daha yakından tanıdım. Rûhunun o asil dokusunu okumaya başladım. Şimdiye kadar seni çok üzdüm, affet beni!..”
YORUMLAR