SAÂDET İKLİMİNE DOĞRU
Melek, babasının ölümünden sonra İffet Anne’nin ziyaretine daha sık gitmeye başladı. Yunus Dede’nin haftalık Mesnevî derslerini ise hiç kaçırmıyordu. Her iki yere de genellikle Şebnem’le birlikte gidiyorlardı. İffet Anne, onların her yönden İslâm’a yakışır derecede bilgili ve görgülü birer hanımefendi olmaları ve topluma bir Müslüman genç kız yüreği sergilemeleri için güzel nasihatlerde bulunuyor ve dînî bilgiler veriyordu.
Şebnem’le Melek, yine bir gün İffet Anne’nin yanına gittiler. Ancak eve vardıklarında her zamankinden farklı olarak kapıyı bu sefer Nur Hemşire açtı. Meğer geçen sabah, İffet Anne rahatsızlanmış ve bunu haber alan Nur Hemşire de aynı gün izne ayrılarak ona hizmete koşmuştu. İçeri girdiklerinde İffet Anne, hasta yatağında onları görmenin mutluluğu içinde onlara tebessüm etmekteydi. Hastalık, bu nur yüzlü ihtiyar kadının bedenini zayıf düşürmüşse de, rûhî neşvesinde en ufak bir zedelenme dahî oluşturmamıştı. Âdeta sîması nur saçıyordu. Derin bir tevekkül ve teslîmiyet hâlindeydi. Şebnem ile Melek’in hidâyet yolundaki gayretlerini ve kat ettikleri merhaleleri görmesi dolayısıyla da âdeta bir bayram huzuru ve neşvesi içinde idi.
Başucuna yakın olan yüksek sehpanın üstünde, her fırsatta açıp okuduğu Mushaf-ı Şerîf duruyordu. Melek ile Şebnem, selâm verdiler ve Allah’tan şifâ dilediler.
“–Nasılsınız İffet Anne; Allah âcil şifalar versin.”
“–Teşekkür ederim benim güzel kızlarım. İki gündür ufak bir rahatsızlığım oldu; bugün çok daha iyiyim, şükür. Ama her hâlimize şükür… Kâinat, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellîleriyle dolu. Her ne kadar kulun pek hoşuna gitmese de hastalıklar bile aslında insanlar için birer nimet ve rahmet tecellîsi... Zîrâ insan hastalık anlarında aczini daha çok hatırlıyor, böylece Allâh’a daha çok sığınıyor ve O’nu daha çok zikrediyor. Âcizlik ve hastalığın bir güzel tarafı da bu…”
Bir müddet derin bir sükût oldu. Sonra şöyle devam etti:
“–Allah Teâlâ, âhir ömrümde sizin gibi ahlâklı üç kız evlât nasip etti; sadece bu nîmet için bile O’na ne kadar şükretsem azdır. Sizlerin şahsında, sahabî hanımlarının iffet, vakar ve ahlâkını görüyorum.”
İffet Anne, bu şekilde konuşurken üstündeki bütün hastalık emâreleri sanki bir anda dağılıvermişti. Daha rahat konuşabilmek için hasta yatağında doğrulmak istedi. Nur Hemşire:
“–İffet Anneciğim, istirahat buyursanız…” dediyse de, İffet Anne:
“–İstirahat ettiğim şimdilik kâfidir kızım. İnşâallah, asıl istirahatim kabirde olacak...” diye karşılık verdi.
Nur Hemşire de bu durumun farkında olduğundan ısrar etmedi ve doğrulmasına yardım edip sırtının arkasına yastık koydu. İffet Anne, Nur Hemşire’ye minnetle:
“–Teşekkür ederim kızım, Allah râzı olsun.” dedikten sonra tatlı sohbetine devam etti:
“–Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz, bütün âlemi muhabbet üzere yaratmıştır. Böylece âlemde bulunan bütün varlıklar, ilâhî muhabbet menbaından neş’et etmiştir. En küçük zerrelerden en büyük kütlelere varıncaya kadar her şey cezb ve incizab, yani karşılıklı çekim kuvvetiyle birbirine bağlıdır. Kâinâtın harikulâde nizâmı da bu muhabbet ve câzibe sayesinde devam etmektedir.
Merhameti sonsuz olan Rabbimiz, muhabbetin ve duygu derinliğinin en üstününü hanımlarda tecellî ettirmiştir. Bir kadın rûhunun derinliklerinde yer alan incelik, zarâfet, hassâsiyet ve âhengin zemininde muhabbet, merhamet, fedâkârlık ve sadâkat vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Bana dünyanızdan (sâliha) kadın ve güzel koku sevdirilmiş, namaz da gözümün nuru kılınmıştır.” (Nesaî, İşreti’n-Nisâ, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 128, 285) buyurarak, sâliha bir kadını, Rabbi’ne miracı hükmünde olan namazla birlikte zikretmiştir.
Çünkü sâliha kadın, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir. Her mü’min için takvâdan sonra en kıymetli nasip, evlendiği kimsenin amel-i sâlih/güzel amel sahibi olmasıdır. Sâlih erkek, nasıl huzur sarayının sarsılmaz direği ise; sâliha hanım da, saâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır.
Sâliha hanım, bütün üstün meziyet ve faziletleriyle başta beyi olmak üzere, bütün âilesini çoluk-çocuğunu, akraba ve komşularını görüp gözeten, onları istikamet üzere yönelmeye sevk eden bir hayır menbaıdır.
Özellikle şefkat ve merhamet meziyeti, en yüksek tezâhürünü peygamberlerden sonra annelerin gönüllerinde bulur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kadına annelik vazifesi için ihtiyaç duyduğu bütün yüksek hisleri vermiştir. Bir mütefekkir: «Bir annenin kalbi, Yaratan’ın şâheseridir.» diyerek buna dikkat çekmiştir. Ancak gerçek annelik mefhumu, fazîlet ve ahlâkı sînesinde mezcedebilmiş mü’mine annelerde yerini bulur. «Cennet anaların ayakları altındadır.» hadîs-i şerîfi, hem dünyadaki, hem de âhiretteki cennet hayatının neye bağlı olduğunu göstermektedir.
Sahip olduğu bütün bu meziyetler sâyesindedir ki, toplumun en küçük birimi olan âileyi ayakta tutan, huzur ve saâdeti temin eden en önemli unsur, hanımdır. Bizim millî kültürümüzde bu hakikat; «Yuvayı dişi kuş yapar.» vecîzesiyle ifadesini bulmuştur. Cenâb-ı Hak, neslin muhafazası gibi mukaddes bir vazifeyi, onların şefkat ve merhamet dolu ellerine emanet etmiştir. Faziletli, ince ruhlu zarif anneler, çocuklarını dokuz ay bedenlerinde, iki-üç yıl kucaklarında, on küsur yıl ellerinde, ölünceye kadar da kalplerinde taşırlar. Böyle anneler, ömür boyu takdir, hürmet ve teşekküre lâyıktır; hayatlarının her safhasında çocuklarının maddî ve mânevî ayrılmaz birer parçası ve fazîlet mürebbiyeleridir.
Medeniyet mimarı gönül erlerinin ve büyük kahramanların esas karakteri, öncelikle böyle sâliha annelerin ellerinde yoğrulup kıvam bulur. Böyle büyük şahsiyetleri, toplum binasını ayakta tutan ana direklere benzetirsek, bu direklerin harcını kararak kalıplara döken usta el, anne gönlüdür. Hayatın diğer safhalarında insanoğlunun aldığı tahsil, terbiye ve tesirler ise, sadece bu direkler üzerine sonradan kazınan veya boyalarla işlenen nakışlara benzer.
Bu sebeptendir ki, Bahâeddin Nakşibend Hazretleri:
«–Benim kabrimi ziyaret etmek isteyen, önce annemin kabrini ziyaret etsin.» demiş ve böylece aldığı rûhânî terbiyenin ilk mimarına işaret buyurmuştur.
Ebû Hanîfe Hazretleri ise, zulme uğrayıp zindana atıldığı zaman:
«–Ben zindana atılmaktan üzüntü ve keder duymam. Ancak benim zindana atıldığımı anneciğim duyarsa çok üzülür; işte beni, asıl onun bu üzülmesi perişan eder.» diyerek hem analık duygusunun hassâsiyetine işaret etmiş, hem de annesine olan kalbî bağlılığını ifade etmiştir.
Bu örnekler göstermektedir ki, insanlık âlemi içinde en güzel ve ulvî vazife, anneliktir. Topluma yön veren, gözükmeyen kahramanlar sâliha annelerdir. Dünya üzerinde hangi meslek, güzel ahlâk ve fazîlet sahibi insanlar yetiştirmekten daha güzel ve şerefli olabilir ki?!.
Kadın, toplum yapısına olan tesirini sadece annelik vasıtasıyla icrâ etmez. O, çoğu zaman sâliha bir eş olarak da toplum üzerinde büyük bir tesire sahiptir. Bunun en önde gelen misâli, Hazret-i Hatîce validemizdir. Hazret-i Hatîce vâlidemiz, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nübüvvetinin başlangıcında O’nun en önde gelen dayanağı olmuştur. İlk vahye muhâtab olmanın ağırlığıyla titreyen ve omzundaki en büyük insanlık yükünün endişesiyle dolan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilk tesellîyi o vermiştir. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, ona beslemiş olduğu vefâ duygusunu, onun vefatından sonra birçok defalar zikretmiş; hayatı boyunca ona her fırsatta duâ ve senâda bulunmuştur.
Âile hayatı, insan toplumlarına âit müesseseler içinde cennetten bize tevârüs eden tek müessesedir. Diğer bütün insanî müesseselerin tesisi dünya üzerinde vukû bulduğu hâlde, âile müessesesi ilk olarak Hazret-i Âdem babamız ve Havvâ vâlidemizin izdivâcıyla cennette başlamıştır. Dünyadaki âile yuvası da bir cennet hazırlığı içinde tesis edilmeli ki, cennetteki o mes’ud âile yuvası kazanılabilmeli. Âdem ile Havva, yasak meyveye yaklaşınca ceza olarak çıplak kaldılar. İncir yaprakları ile örtündüler. Hemen istiğfâr ettiler. Zira çıplaklık, insanlık haysiyetini zaafa uğratır, diğer mahlûkâtın seviyesine indirir. Cenâb-ı Hak, insanlık haysiyetini zedeleyen bu hâlden kurtulmamız için “takvâ elbisesi”ni tavsiye etmiştir.
İslâm, anneyi biyolojik bir yapı ve biyolojik bir hâdise olarak görmez. Annenin mânevî yapısında terbiye etme özelliği vardır. Bir atasözünde denilir ki:
«–Anne bir mekteptir.»
Nesli yetiştirme mes’ûliyeti ihmal edilirse, âkıbet hazin olur. Evlât, âilesine yabancılaşır. Mânen, yabancı yerlerin evlâdı ve nesli olur. Onun biyolojik mensûbiyeti de kaybolur gider. Ondan sonra annelerin feryadı ve çığlıkları da fayda vermez ve hiçbir şey ifade etmez.
Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsıdır. Çocuklar, anne-babaya ihsan edilen ilâhî emanetlerdir. İslâm fıtratı ile yetiştirilen evlâtların kalpleri temiz bir toprak gibidir. Ham bir cevherdir, işlenmeye muhtaçtır. İstikbalde onların gül veya diken olması, acı veya tatlı meyveler vermesi, üzerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.
Evlâtlarımızın kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anneler olmaya dikkat etmeliyiz. Zîrâ çocuğun eğitimi, anne kucağında başlar. Annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyet inşâsına konulan bir tuğla mesâbesindedir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Şefkatin en büyük menbaı, annelerdir. Anne terbiyesinden mahrum çocukların terbiyesi güçleşir. Yüksek karakterli kişiler, daha çok sâliha annelerin mahsûlüdür.
Bu bakımdan evlilik hayatı, cennetin en güzel bir misali şeklinde gerçekleşmelidir. Böyle cennet kokulu bir huzur yuvası da ancak eşler arasında gözetilmesi gereken şu iki şarta bağlıdır:
1-Eşler arasında samimiyet ve saygı,
2-Birbirlerini takvaya teşvik.
Netice olarak âilevî saadet, kadın ve erkeğin sahip oldukları kıymet ve meziyetlerinin korunmasıyla elde edilir.
Hayat arkadaşlığının mesut günleri, ince ve derin hâtıralar, samimi neşeler, refah, huzur ve lezzet; hep nikâhın rûhânî tecellisinden temin edilir..”
Şebnem ile Melek, İffet Anne’nin söyledikleri bu hikmetli sözleri can kulağıyla dinliyorlardı. İffet Anne, bu sözleri bitirdikten sonra bir başka mevzuyu, epeydir kalbinde şekillendirdiği bir meseleyi açmaya niyet etti:
“–Şimdi kızlarım, ben sizin anneniz yerinde sayılırım.” diye söze başladı.
Şebnem ile Melek de:
“–Hayır İffet Anne! Sen bize annemizden çok çok daha yakınsın. Kalplerimize silinmez nakışlar işledin. Gönüllerimizin dokusu, senin fazîlet ve irşâdınla yoğruldu. Onun için sen bizim maddî annemizden çok daha ilerisin. Ömürlük bir teşekküre lâyıksın.” dediler.
İffet Anne, kalplerindeki vefâ duygusunun yansıması olan bu sözleri mânevî kızlarından dinlerken, bir an onların başından geçenleri hatırladı. Şebnem’i, bilhassa Melek’i bir daha süzdü. Sonra içinden kendi kendine:
“-Hey büyük Allah’ım!.. O, bir zamanlar kabına sığmayan hoppa kız nereye gitti, bu melekî vasıflara bürünen ciddî vakur hanım kız nereden geldi? Nasıl ibretli bir sahne yâ Rabbi!.. Bir zıttan diğer bir zıtta, çukurdan zirve bir hâle geçebilmek, ancak Allah Teâlâ’nın husûsî bir lütfu!..” diye düşündü.
İffet Anne, sevgi ve huzur dolu bakışlarıyla sözlerine şöyle devam etti:
“–Şimdi güzel kızlarım; her ikinizin de mürüvveti, mutluluğu ve rûhânî bir istikbalinizin olması beni ziyadesiyle ilgilendiren bir mevzu… Sizlere lâyık olabilecek ve kıymetinizi bilecek damat adayları, benim için hayatî bir mesele…”
Böyle bir meselenin açılması, ikisini de mahcup etmişti. Başlarını önlerine eğmişler, hicaptan yanakları kızarmıştı. Özellikle Şebnem, âdeta kendini yerin dibine geçmiş gibi hissediyordu.
İffet Anne, onlardaki bu edeb ve haya duygusunun izlerini gördükçe, daha kararlı bir şekilde sözlerine devam etti:
“–Sizler için tâlip olmuş iki akrabam var. Ben, önce sizlere haber vermeyi münâsip gördüm. Velîlerinizle de bizzat konuşurum. Âileler görüşür, tanışır… İki taraf için de uygunsa ve sizlerin de gönlüne huzur verirse, Allâh’ın izniyle bu hayırlı işi tamama erdiririz.”
Şebnem ile Melek, utangaç bir hâlde cevap verdiler:
“–İffet Anne, bizim anamız-babamız her şeyimiz sensin.”
İffet Anne açıkladı:
“–Bahsettiğim damat adayları, benim yeğenlerim... Çocukluklarından beri yakından tanır, karakterlerini ve ahlâklarını iyi bilirim. İkisi de ibadetlerine düşkün, hayırhah ve ruhânî derinlik sahibi delikanlılar.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir kadının dört sebepten nikâhlanacağını bildirmekte ve bunların içinden dindarlık sebebiyle nikâhlanan hanımın tercih edilmesini ümmetine tavsiye buyurmaktadır. Siz de Allah yolunda birçok dünyevî hevesten ve aldatıcı nefsânî yaldızdan vazgeçtiniz; âhireti, dünyaya tercih ettiniz. Sâliha bir müslüman hanımının timsâli hâline geldiniz.
Evlilikte küfüv, yani denklik esastır. Sizler rûhî duyuş ve mânevî neşve itibâriyle damat namzetleriyle birbirinize denksiniz.
İstikbâli veren Allah’tır. Kula düşen, hayır gördüğü işler için teşebbüste bulunmaktır.”
Şebnem ile Melek, sükut ile rızâlarını ifade ettiler. İffet Anne, onları daha fazla mahcup etmemek için, mevzuyu değiştirdi. Daha sonra iki arkadaş, İffet Anne’nin evinden çıkıp kendi evlerine doğru yola koyuldular.
* * *
İffet Anne, Melek’in annesi ve Şebnem’in teyzesiyle konuştu. Melek’in annesi, ardı ardına gelen felâketler ve en son olarak da kocasının ölümü sebebiyle büyük bir rûhî sarsıntı yaşamıştı. Ancak kızının metânet dolu telkinleriyle kısa bir süre içersinde kendini toparlamış; hayattaki biricik dayanağı olarak gördüğü kızına daha çok bağlanmıştı. Önceleri Melek’teki değişimi pek hoş karşılamamıştı. Fakat Melek’teki bu değişikliğin kızılıp karşı çıkılacak değil, bilâkis gıpta edilecek bir rûhî gelişme olduğunu zamanla anlamıştı.
* * *
Şebnem ile Melek’in düğünleri aynı günde yapıldı. Yunus Dede düğünde kısa bir sohbette bulundu. Hatırdan çıkmaması gereken şu hususlara bilhassa temas etti:
“Vahdeti, yani tekliği yalnız kendine münhasır bırakan Cenâb-ı Allah -celle celâlühû- bütün mahlûkâtı çift olarak yaratmıştır. Müsbet ilmin ancak yakın zamanda tesbit edebildiği bu çift yaratılış keyfiyeti, bize on dört asır evvel muhtelif âyetlerle bildirilmiş, insanlığa bir ilim armağanı olarak sunulmuştur.
Beşer idrâk ve zevkinin ötesinde bir gelin odası hassasiyet ve îtinâsı ile döşenen bu kâinat; zerrelerin, tanelerin, hücrelerin, bitkilerin, hayvanların, insanların ve maddenin, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrarlı unsurlara kadar bütün eşyanın karakterlerine göre husûsî ve acâib bir izdivaç kanununa tâbî kılınmıştır. Bu izdivacın kemal seviyesi ise, insanda noktalanmıştır.
İnsan da, kendi cinsinden bir çift hâlinde yaşamaya muhtaçtır. Erkek ve kadın, bir bütünün iki yarım parçası gibidir. Bir araya geldiklerinde iki yarım da tamamlanmış olur. Birbirini bu şekilde tamamlama ise, ancak nikâhla mümkündür. Çünkü nikâh, insanın rûhen olgunlaşmasını kolaylaştırır. Nikâh, insanın hem ilâhî muhabbete ulaşmasına bir vesile, hem de kemal basamaklarında yükselmesinin vasıtalarından birisidir.
Birbirini hayra, fazilet ve güzel amellere teşvik eden bey ve hanımlar, ilâhî rahmet ve bereketin sağanak sağanak üzerine yağmış olduğu huzurlu bir âile yuvasını tesis etmiş olurlar.
Cenâb-ı Hak, beşerî bütün kemalin zirvesi ve mihengi olan Peygamber Efendimiz’i, bize, âile hayatında da emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak göstermiştir. O yüce peygamber, bacasından saadet tüten o âile yuvasıyla bizim en değerli rehberimizdir.
O yuva, dünyanın en mesut yuvasıydı. O yuvadan burcu burcu saadet rayihaları yayılırdı. Günlerce evlerinde yiyecek bir şey bulunmayan bu hânelerde, muhabbet, fedakârlık, hizmet, infak, itaat, rıza, sabır ve teslimiyetin lezzeti ile yaşanırdı. Duvarları kerpiçten olan bu küçücük odalar, orada bulunanlara cennet kadar geniş ve ferah gelirdi. Çünkü onlar, bu fânî dünyanın kanaatkâr misafirleriydi.
Onlar fânî ve nefsânî muhabbetlerini, ilâhî ve ulvî muhabbete döndürmüşlerdi. Gönüllerini Allah aşkıyla cilalayan o büyük ruhlar, her an gönüllerine bir başka güzelliğin ve ruhaniyetin aksettiğini görmüşler; her an Allah’ın sayısız kudret akışından birine şâhid olmuşlardır. Böylece Allah’a ve O’nun yüce Rasûlü’ne olan bu muhabbet ve bağlılıkları, onları ulvîleştirmiş ve her birini, âile hayatında ümmet-i Muhammed’in örnek alacağı anneler hâline getirmişti. Peygamber Efendimiz’in her hanımı, âdeta ayrı bir mektep idi. Kadınlara âit hüküm ve husûsiyetler, hep o hanımlar tarafından nakledilirdi.
Bu saadet ve huzur bahçesinde, en yüce üstadın terbiyesinde gül goncaları ve bilhassa Hazret-i Fâtıma, Peygamber Efendimiz’in gözbebeğiydi. Allah Rasûlü, Fâtıma vâlidemizi çok sever ve azîz tutardı. Ona her fırsatta dünya hayatının geçiciliğini ve âhiret hayatının sonsuzluğunu hatırlatır ve onu takvâya yönlendirirdi.
Allah Rasûlü, evlatlarına ve hanımlarına maddî bir miras bırakmadı. Onun en büyük mirası, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye idi.
İşte bu en mesud yuva, Kur’ân feyziyle yaşanan örnek Allah Rasûlü’nün yuvasıydı.
Evlilik hayatı öyle olmalıdır ki, her bakımdan Peygamber Efendimiz’in âile hayatından bir nasib almalıdır. Evlilik hayatı, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ile öylesine dolup taşmalı ki, iki cihan saâdetine bir vesîle teşkil etmelidir. Hâsılı öyle bir âile hayatı yaşamalı ki, kalpler, anne-babalara da vefâ duygusu içinde olmalı, onların vefatlarından sonra unutulup mâzi olmamalıdır. Daima gönüllerde şükranlarla ve duâlarla yaşamalıdır.
Diğer mühim bir husus da, ibâdet hassasiyeti içinde hayırlı evliliklere vesîle olabilmek; evlenecek gençlere yardım elini uzatmaktır. Bu o kadar mühimdir ki, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:
«En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.»
Tabiî, Allah rızası için yapılan bütün hizmetler gibi bunun da tam bir ihlâsla yapılması zarûrîdir. Bu kıvama dikkat eden mü’minlere, Peygamber Efendimiz şöyle müjde verir:
“Kim, Allah için infak eder; Allah Teâlâ için (kötülüklerden) men eder; Allah Teâlâ için sever; Allah Teâlâ için buğzeder ve Allah Teâlâ için bekârları evlendirirse, (yani her işini Allah Teâlâ’nın rızâsı için yaparsa) îmânını kemâle erdirmiş olur.” (Ahmed, III, 438)
Ne mutlu, her nefes ve davranışta Allah rızasını arayanlara, niyetlerini Allah rızâsı ile te’lif eden zevc ve zevcelere!”
Yunus Dede, bu cümlelerden sonra evlenenlere hayır duâ ile sohbetini tamamladı.
Daha sonra nikâhların kıyılmasına geçildi. İffet Anne, rahatsızlığının artmasına rağmen düğüne iştirak etmek istemişti. İki güzel âile yuvasının kuruluşuna vesîle olmak, İffet Anne için dünyadaki en büyük saâdetlerden birisiydi.
Düğün merasimlerinden sonraki birkaç gün içinde, İffet Anne’nin rahatsızlığı iyice arttı. Şebnem ile Melek, onu ziyarete gittiler. Eve vardıklarında, kapıyı İffet Anne’nin kız torunlarından birisi açtı. Nur Hemşire ise, İffet Anne’nin baş ucunda Yâsin-i Şerîf okuyordu. İffet Anne, kelâmullâhı huşû içerisinde dinliyordu. İki arkadaş, sessizce odaya girip oturdular. Nur Hemşire, Yâsin Sûresi’nin sonuna gelip Mushaf’ı kapattığında kalkıp İffet Anne’nin elini öptüler. İffet Anne, hastalığın şiddeti sebebiyle zor konuşuyordu. Ancak kalbinde duymuş olduğu huzur ve saâdet hissi, gözlerinden okunmaktaydı. Ölüm, bütün güzelliğiyle bu ihtiyar annenin nur dolu yüzüne aksetmişti. İffet Anne, hafif bir sesle şöyle mırıldandı:
“–Sevgili kızlarım, kıymetli yavrularım, artık ben hayat kasetimin dolduğunu, ömür takvimimin yapraklarının tükendiğini hissediyorum.
Sizlerin en hayırlı şekilde mürüvvetini görmüş olmak gibi bir saâdete erdim âhir ömrümde. Bunun için Rabbime sonsuz şükürler ediyorum. Hepiniz hakkınızı helâl edin evlâtlarım. Nur kızım, sen de hakkını helâl et, çok emeğin geçti. Allah hepinizden râzı olsun…”
Daha sonra bakışlarını duvardaki kelime-i tevhid levhasına çevirdi. Yüzüne bir tebessüm yayıldı; dudakları şehâdet kelimesini tekrarlamaya başladı. Üçüncü tekrarlayışta başı yavaşça sağ tarafa düştü. O esnada duâlar, içli hıçkırıklara karıştı. Nur Hemşire, gözünden damlayan yaşlar eşliğinde İffet Anne’nin göz kapaklarını kapattı ve tekrar elindeki Mushaf’ı açıp hafif bir sesle okumaya başladı.
* * *
Şebnem ile Melek’in, ilerleyen zaman içinde birer kız çocukları dünyaya geldi. İkisi de yavrularını en güzel bir şekilde yetiştirmeye ihtimam gösterdiler. Onları, hem Yunus Dede’nin ziyaretine, hem de İffet Anne’nin mezarı başında duâ etmeye götürüyorlardı. Yunus Dede ise, bu yavrucakları, kendi torunları gibi seviyordu. Çocuklar da Yunus Dede’yi çok seviyorlar, onun ziyaretine gitmeye can atıyorlardı.
Bu iki yavrudan;
Şebnem, Hak yolda kendisine ablalık ve rehberlik yapan Nur Hemşire’yi daima hayırla yâd etmek için kızının adını «Nur» koydu.
Melek de, kendisini uçurumun kenarından kurtararak gerçek saadeti tattıran ve aynı zamanda bir anneden ziyade muhabbet ve hürmet gösterdiği fazilet timsali İffet Anne’yi unutmamak, O’nun mânevî hâlini ruhunda canlı tutmak ve en önemlisi O’na duyduğu vefâ borcunu îfa etmek için yavrusuna «İffet» adını verdi.
SON
Kıymetli Okuyucularımız,
“Gönül İkliminde Damladan Deryaya” başlığıyla bu sayfalarda bir silsile hâlinde yayınlanan bu roman, günümüz gençliğini özetleyen ve onun yaşayışına derinden tesir eden gerçekler etrafında kaleme alınmıştır.
Günümüz insanı, asrımızı kasıp kavuran sapık felsefelerin ve inançsızlık buhrânının neticesinde büyük bir mânevî erozyon yaşamaktadır. Toplumun zeminini kaydıran bu erozyon, cemiyeti ayakta tutan müesseseleri ve bilhassa âile yuvasını da tehdit eder vaziyete gelmiştir. Boşanmalarda görülen artış ve bilhassa mânevî boşluk içindeki genç kızlarımızın nefsânî tuzaklarda helâk olması, bu fâciânın geldiği vahim noktayı açıkça ortaya koymaktadır.
İşte bu gerçeklere tercüman olmak gâyesiyle kaleme alınan bu yazı serisinde, hayatın ve ölümün mânâsı, genç kızlarımızın ve âile hayatımızın önündeki tehlike ve bâdireler dile getirilmiştir. Toplumu bir moda hâlinde saran boş felsefeler, lüks yaşama hastalığı, eğlence adı altında yapılan çılgınlıklar, nefsânî tatminkârlık maksadıyla yapılan güç gösterileri gibi gençliği mahveden ahlâkî ve mânevî erozyona bir nebze temâs edilmiş ve bazı dertlerimizin çözüm yolları gösterilmiştir.
Şüphesiz bu hayâtî meseleler karşısında, fazîlet sahibi insanlarımıza düşen, bir sahra hastahânesindeki hekim hissiyâtıyla yaşayıp bu mânevî hastalıklar için devâ bulmaya çalışmaktır. Biz sadece, bu toplum yaralarının en öncelikli olanlarından birkaçına dikkat çektik. Bu yaraların gönlümüzde daha büyük bir duygu derinliği ve hassâsiyeti meydana getirmesi için de roman üslûbunu tercih ettik.
Unutmamalı ki, gençlerimizin gönül dünyaları ve onların tesis edeceği âile müesseseleri, günümüzde gittikçe artan insanlık yangınında ilk kurtarılması gereken değerlerdir. Dolayısıyla bugün iç dünyalarında yangından yangına, fâcialardan sefâletlere sürüklenenlere, toplumun süflî girdaplarında ve mezbeleliklerinde çırpınan insanlarımıza hidâyet eli uzatabilmek, sırât-ı müstakîm üzere olan her mü’minin en büyük vazîfesi ve en mühim îman ve vicdan borcudur.
Başından sonuna kadar bu gerçeği işlemeye çalışan ve Şebnem Dergimizin elinizdeki sayısında nihâyete eren “Gönül İkliminde Damladan Deryaya” adlı eserimiz, ele aldığı mevzûlar etrafında -Rabbimizin lutfuyla, inşâallah- derin tefekkürlere, ibretlere, hikmetlere, mes’ûliyetimizi idrâk etmeye ve hidâyet faâliyetlerini artıcı gayretlere vesîle olur.
Cenâb-ı Hak, maddeye râm olmuş bir dünyanın tuzaklarında boğulan taze ruhlara bir çıkış kapısı, hidâyet yolu nasîb eylesin, bizlere de bir ömür hidâyet yolunda cân u gönülden hizmet etmeyi ihsan buyursun.
Âmîn…
YORUMLAR