Mısır’da iki samimi arkadaş vardı. Biri, nerede âlim, ârif, sâlih bir kimsenin bulunduğunu haber alsa, hemen dizinin dibinde sâdık bir talebe olur, böylece gönül âlemini ihyâ edebilmek için, var gücüyle ilim ve takvâ tahsilinin peşinde koşardı. Diğeri ise, zamanla hırsının esiri oldu. Helâl-haram demeden mal toplamanın gayreti içine girdi. Hattâ insanların gönüllerini yıkmak pahasına, servetini büyütebilmenin yollarını araştırdı.
Bir vakit sonra, ilim ve takvâ hayatını, kendisine âhiret azığı edinen kişi asrın allâmesi; diğer taraftan mal toplayan muhteris ise, Mısır’ın en zengin adamı ve mâliye vekili oldu. Dünyevî bakımdan eriştiği bu yüksek makâmı kendisine taht edinen ve böylece gönül gözünü kör eden bu zavallı, eski samimî arkadaşının mânevî yüksekliğini idrâk edemedi. İnsanların kıymetini, sırf dünyevî plânda aramaya alıştığından, onu küçümsedi.
Hattâ iflâh olmaz kibrinden dolayı, bir keresinde eski arkadaşına hakaret nazarlarıyla bakıp, vîrâneye dönmüş olan kendi gönül dünyasının alçak seviyesini ifşâ edercesine ona şöyle söyledi:
“–Ben gördüğün gibi büyük ve değerli bir saltanata ulaştım, sen ise fakir ve garip olarak kaldın!”
Hâzık bir gönül tabîbi ve sâlih bir âlim olan arkadaşı ise, gönül ufkunun enginliğini aksettiren şu hikmetli ve nükteli cevapla arkadaşına mukâbelede bulundu:
“–Eski arkadaşım! Sana dostâne bir nasihatim olacak. Ben, insanlığa hidâyet rehberleri olarak gönderilen peygamberlerin pek değerli mîrasına nâil oldum; Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımanın feyz ve rûhâniyetinden hisse almaya başladım. Bu sebeple Rabbime ne kadar hamd edip şükretsem az! Sen ise, hak-hukuk gözetmeden mal topladın, gönül kırdın, mazlûmu ezdin; böylece Firavun’la Hâmân’ın mîrasına, yani Mısır ülkesine sahip oldun.”
Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri, Gülistan’ında zikrettiği bu hâdise ile, şu hususlara dikkatimizi çekmektedir:
‒Maddeyi mânâdan önde tutmak, insanı hazin bir âkıbete dûçâr eder.
‒Maddî zenginlik, insanı yüceltemez. Ancak riyâzat hâlinde yaşayarak, Hak yolunda servetlerini infâk edenler, bundan müstesnâdır. Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın mükâfatlandıracağı “ağniyâ-i şâkirîn / şükür ve infâk ehli zenginler” zümresine dâhil olan bahtiyar kullardandır.
‒İnsanı yüceltecek olan; Allah Rasûlü’nün gönül dokusundan feyz alarak, ilim, irfan ve takvâ sahibi bir gönle, yani kalb-i selîm’e nâil olabilmektir.
Nitekim mal-mülk sahibi olmak veya dünyevî bir makam elde etmek, insana Cenâb-ı Hak katında bir değer kazandırmaz. Hadîs-i şerîfte ne güzel buyrulmuştur:
“Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)
Şu hâdise, bu hâli ne güzel izah etmektedir:
Rasûl-i Ekrem r zamanında iki kardeş vardı. Biri, (ilim öğrenmek için) Hazret-i Peygamber’in yanına gelir, diğeri geçimlerini sağlamak için çalışırdı. Çalışan kardeş bir gün, diğerini (çalışıp kazanmıyor diye) Allah Rasûlü’ne şikâyet etti. Rasûlullah r ona:
“–Belki de sen, onun sâyesinde iş buluyor ve rızkını kazanıyorsun!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 33/2345)
Zira mülk Allâh’ındır. Bir imtihan malzemesi olarak kula emâneten ikram ve ihsan edilen mal-mülk, hiç şüphesiz onu Allah yolunda sarf edebilmekle bereketlenir ve değer kazanır. Allâh’ın verdiği malı Hak yolunda kullanabilmek ise, selîm kalplerin en muhteşem sanatıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, mü’min gönüllerin âdeta mânevî bir röntgen hâline gelerek kendisini Allah yoluna adayanları teşhis etmesini ve onlara yardıma koşmasını âyet-i kerîmede şöyle emretmektedir:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmalarından tanırsın...” (el-Bakara, 273)
Diğer taraftan şunu da unutmamak gerekir ki, insanoğlunun hayat mâcerası, sadece dünyadaki ömrü ile sınırlı değildir. Önünde onu sabırsızlıkla bekleyen, sonsuz bir âhiret yurdu vardır. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim Cehennemʼden uzaklaştırılıp Cennetʼe girerse o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
Hâl böyleyken, sonsuz deryayı bir damlaya değişmek gafleti, hangi selîm aklın kârı olabilir?
Nitekim diğer bir hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz r şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. (Dikkat edin,) dünyaya aldanmaktan sakının.” (Müslim, Zikir, 99)
Câfer-i Sâdık g, Cenâb-ı Hakk’ın dünyaya şöyle hitâb ettiğini haber vermiştir:
“Ey dünya! Bana hizmet edene, (yani bütün gücünü Hak yolunda kullanana) sen de hizmet et! Sana hizmet edeni (yani nefsanî arzularının esiri olanları ise) dünya işlerinde çalıştırıp onları yor ve yıprat!”
Şeyh Sâdî Hazretleri, yine Gülistan’ında, dünyanın gelgeç câzibelerine aldanmayıp takvâya sarılmamız husûsunda şu îkazlarda bulunmaktadır:
“Baba mirası istiyorsan, babanın takvâsına ve ilmine vâris ol. Çünkü onun mîras olarak bıraktığı mal, on günde harcanabilir.”
Mevlânâ Hazretleri de, dünya malına tamah etmemek ve ona lüzumundan fazla değer vermemek gerektiğini şu ifâdeleriyle ne güzel hulâsa eder:
“Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.”
Bu sebeple insanın, şu imtihan yurdunda asıl hayatı için nelerin gerektiğini ve sonsuzluk yurdunu kazanabilmek için kime muhtaç olduğunu çok iyi idrâk etmesi ve ona göre davranması şarttır.
Nitekim yine Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Allâh’ın imtihan tuzağı dünya malıdır; dünya malı bizi sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönül verenlerin can gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar (menbâlardaki tatlı suyu görmezler de) balçıktaki acı, tuzlu suyu içerler.”
Velhâsıl, dünyada maddî güçleriyle bir dönem varlık gösteren nice insanın şimdi isimleri bile hatırlanmıyor. Takvâ ölçülerinden mahrum bir sûrette tükenen hayatlar, mâzînin derinliklerinde unutulmaya terk edilmiş. Lâkin kalplerini ilim, irfan ve güzel ahlâk ile yoğurarak takvâda önder olan Hak dostları ise fânî hayatlarından sonra da gönüllerde yaşamaya devam ediyorlar. Nitekim bu hakikat, âyet-i kerîmede de şöyle ifâde buyrulmaktadır:
“Îmân edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
Bu hikmete binâen Mevlânâ Hazretleri, talebelerine yapmış olduğu bir nasihatte onlara şöyle seslenmektedir:
“Sen, (hayatını takvâ ölçüleriyle yaşa da, ardında bırakacağın hâtıralarda) anılması güzel bir söz ol. Çünkü insan, kendisi hakkında söylenen güzel sözlerden ibârettir. (Senden arda kalan da, şu gök kubbede, yalnızca hoş bir sadâ olsun.)”
Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi takvâ ile ziynetlendirsin. Râzı olduğu güzel hasletlerle kalp âlemimizi mâmûr eylesin.
Âmîn…
SPOT:
“Sen, (hayatını takvâ ölçüleriyle yaşa da, ardında bırakacağın hâtıralarda) anılması güzel bir söz ol. Çünkü insan, kendisi hakkında söylenen güzel sözlerden ibârettir. (Senden arda kalan da, şu gök kubbede, yalnızca hoş bir sadâ olsun.)” (Hazret-i Mevlânâ)
YORUMLAR