İslam insanı, dert insanıdır. İslam insanı, başkalarına karşı hassas, çevresine duyarlı insandır. Kendisini değil, mümin kardeşini düşünen, bir yerde bir dert varsa, onu halletmeyi kendisine vazife bilen insandır. Bu hassasiyetleri bizlere öğreten ve mü’minleri bir vücûdun âzâlarına benzeten Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:
“Mü’minlerin; birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde; diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ıstırabını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Cemiyet hayatımızı ilgilendiren o kadar problemimiz var ki!.. Hangi birisine el atsak tâbir yerinde ise, elimizde kalıyor. Uyuşturucu kullanımının artması, ahlaksızlığın yaygınlaşması, âile içi şiddet ve istismar, çocuk haklarının ihlâli, maddî sıkıntılardan veya cehâletten kaynaklanan onlarca problem... Bu durumua ister “toplumsal yara” deyin, ister “sosyal fâcia”, isterse “sosyal çöküntü”... Biz bir mü’min olarak kendimizi bütün bu olumsuzluklardan ne kadar sorumlu hissediyoruz? Hangi gencin problemine el uzatıp çözüme kavuşturuyoruz? Yahut çözemediğimiz bir dert bizim duygu dünyamızı ne kadar etkiliyor?!
Bir gerçek var ki, her gün biraz daha azalan insanî değerlerimiz, her gün biraz daha yok olan kimliğimiz ve “biz” olma özelliğimiz… Bu yok oluş ve bozuluş içerisinde insanın aklına Rabbimizin şu âyet-i kerimesi geliyor: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran, 104)
Bu, bir toplumsal sorumluluğu hatırlatmadır. Yani her şeyin bittiği, bütün ümitlerin yıkıldığı ve yozlaşmanın ayyuka çıktığı bir anda, “İşe siz el atın ve bu toplumu gerçek hüviyetine kavuşturmak için uzanan bir el olun!.” çağrısıdır. Bu el, Allah adına, Peygamberi ve O’nun mesajı adına bir şefkat eli olsun. Dertli bir el olsun. Kendinden ziyade başkalarını düşünsün, başkalarının acılarını kendi acıları bilsin. Bu el, kirli sokaklarda iffetini kaybeden gençleri çekip alsın. Dağılan âileleri yıkılmaktan kurtarsın. Kırılan kalpleri tamir etsin. Bu el, etrafına sabrı, temkini, îtidâli ve istikrarı telkin etsin. Binaenaleyh, bu mânevî kıvamda olabilmek için fertler olarak bir dayanışma; “hakka çağırıp, kötülükten men etme” konusunda duyarlı olmak durumundayız.
İslam’ın ve Peygamber Efendimizin bize öğrettiği temel ahlakî bir değer vardır: Diğergâmlık… Başkasının derdiyle dertlenmek… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) prensibi... Yahut “dünyanın bir yerinde bir mü’min kardeşinin ayağına bir diken batmasından eğer diğer bir mümin kaygılanmıyorsa, gerçek mânâda îmân etmiş sayılmaz” düstûru… Bu prensipleri maddî planda düşünebileceğimiz gibi mânevî sorumluluk anlamında da düşünebiliriz. Çünkü asıl açlık, mânevî açlıktır. Yapılması gereken, en başta kalplerin ıslahıdır. Merhamet duygularının geliştirilmesidir. Sonra insanların dünyevîleşme bağımlılığının azaltılması... Hayatın gerçek gâyesinin âhiret ve ilâhî rızâ olduğunun hatırlatılması...
Şimdi el uzatma zamanı… Yaşadığımız toplumda onlarca sıkıntı, dert, elem, keder varken, “ümmetin içinden çıkan ve onu hayra çağıran zümre” neden biz olmayalım?!
YORUMLAR