O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isteseydi, dünyanın en güzel saraylarında oturur, en zengini olarak yaşardı.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isteseydi, bütün insanlar O’na hizmet eder, O’nun önünde baş eğerdi.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isteseydi, ipek halılarda yürür, kuş tüyü yataklarda yatardı.
Ama O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ne bunları istedi, ne de bunlara tamâh etti.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- garip geldi, garip yaşadı ve garip olarak ebedî âleme irtihâl etti.
Hep kimsesizlerin yanında oldu. Kanadı kırıklara kanat, elsizlere el, dilsizlere dil, dertlilerin derdine çâre oldu.
Hep “veren el”di, O… O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- verdikçe veriyor, Rabbinin “Kerem” ve “Ğaniy” sıfatının timsâli oluyordu.
Cömertti; sözüyle ferahlık verirdi. Tebessümüyle cömertti. Muhabbetiyle cömertti. Fedâkârlığı ile cömertti. Hüznü ve kederi ile... Dertlenirdi, bir dertlinin acısı ile. Kardeşinin sevincini paylaşmakta cömertti. Bir dirhem bile kalsın istemezdi yanında.
“Allâh’ı bulduysa neden mahrumsun, Allah’tan mahrumsan neye sahipsin?!”
Bu ifade, her birimizin çerçeveleyip başucumuza asması gereken bir ifâde... Öyle ya! Eğer Allah ile aramızda irtibat problemi yoksa dünyanın en zengin insanı biz değil miyiz?
Sonsuz cömertlik sahibi olan Allâh’ın kulları olarak bize ikram edilen, bizim olmayan, sadece “sahip olduğumuzu sandığımız” her şeyi, neden O’nun adına infak etmeyelim! O bize, muhtaçları gözetelim, kendi rızâsı için infak edelim diye vermedi mi, ihsân ettiklerini? Kul olmanın en güzel tezâhürü; ikram edileni ikram etmek değil mi?
Gelin öyleyse, kerem sahibi Rabbimizin, biz kullarına en büyük ikramı olan, Habib-i Edîbi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatındaki cömertlik anlayışına bakalım.
O, neyi, nasıl infak etmiş?
Kime ve hangi edeple vermiş?
Kime, kimin adına ve nasıl tasadduk etmiş?
Ve ümmetine, bu sonsuz keremi ile nasıl bir istikamet göstermişti?
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine vahyedilen:
“Allâh’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar!.. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrası, Allâh’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Âl-i İmran, 180) âyet-i kerîmesini okudukça her an, her saniye infâk etmek istiyordu.
“Kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklar.”
Ne ürkütücü bir ifade!.. Seni cehennem ateşinden kurtaracak nimetlerin, tam aksine seni cehennem ateşine sürüklemesi...
Kureyş müşriklerinin eşrâfından Safvan bin Ümeyye, Mekke’nin fethinden sonra, müslüman olmadığı hâlde, Huneyn ve Tâif savaşlarında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmamıştı. Peygamberimiz, Cîrâne’de toplanan ganîmet malları arasında dolaştığı ve onlara göz gezdirdiği sırada, Safvan bin Ümeyye, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunuyor; develer, davarlar ve güdücülerle dolu vâdiye doğru iştahlı bir şekilde bakıyordu. Safvan bakışını uzattı durdu.
Peygamber Efendimiz ise, göz ucuyla, onun bu hâlini süzüyordu.
“-Ebû Vehb! O vâdi, pek mi hoşuna gitti?” diye sordu.
Safvan bin Ümeyye:
“-Evet!” dedi.
Peygamberimiz:
“-O vadi de, içindekiler de, senin olsun!..” buyurdu.
Bunun üzerine, Safvan, kendini tutamadı:
“-Peygamber kalbinden başka, hiçbir kimsenin kalbi, bu derece cömert ve üstün olamaz!.. Şehâdet ederim ki: Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki: Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın kulu ve Rasûlüdür!..” dedi ve hemen orada müslüman oldu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gün, Safvan bin Ümeyye’ye yüz deve vermiş, sonra, yüz daha, sonra, yüz daha eklemişti. Safvan:
“-Vallahi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana verdiğini verdi. Önceleri kendisi, bana insanların en menfûru idi. Bana, vermekte devam etti de, nihayet, nazarımda, insanların en sevimlisi oldu!..” demiştir.
Peygamberimiz, böyle, iki dağ arasını dolduran davarları verince, Safvan bin Ümeyye, kavmi olan Kureyşliler’in yanına döndü. Onlara:
“-Ey kavmim! Müslüman olunuz! Çünkü vallâhi, Muhammed, öyle ihsanda bulunuyor ki, yokluktan, yoksulluktan hiç korkmuyor!..” dedi.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir vadi dolusu sürüyü, henüz müslüman olmamış birisine verecek kadar cömert iken, kendisi için lâyık gördüğü; kuru bir hasır ya da günlük ihtiyaçlarını giderecek kadar ev eşyasından ibâretti. O, “varlıklı” olmayı maddiyâta bağlamayan bir peygamberdi. O’nun yegâne zenginliği, gönlünün genişliği, merhameti, ümmetine olan sevgisi idi. O’nun zenginliği, yeryüzünde hakkın ve adâletin te’sis edilmesi idi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Peygamber Efendimiz’in yüzünde, uzanıp yattığı hasırın izlerini gördü. Bu manzara karşısında Hazret-i Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onu ağlar vaziyette gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sebebini sorunca:
“-Yâ Rasûlâllah, şu anda kisrâlar, krallar, saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, Allâh’ın Rasûlü olduğun hâlde, sadece kuru bir hasır üzerinde yatıyorsun ve o hasır, yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı!..” cevabını verdi.
Bunun üzerine Nebîler Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-İstemez misin, ey Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!..” diye Hazret-i Ömer’i tesellî etti.
Bir başka rivâyette ise:
“Dünya ile benim alâkam; bir ağaç altında gölgelenen ve daha sonra oradan ayrılıp yoluna devam eden bir yolcunun alâkası gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44/ 2377) buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünya ve içindekilere bakışını bize işte böyle resmetmektedir.
O’na, sanki bütün dünyanın hazineleri verilmişti. Kendisinden kim ne isterse, elinde mevcut olanın hepsini, hiç düşünmeden veriyordu.
“-Al, senin olsun!..” diyordu. Daha çok isteyene, daha çok veriyordu. Vermenin kendisinde olanı bitirmeyeceğine, hatta ilâhî lütuf ile daha da artıracağına inanıyordu.
İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatından bizler için numûne olabilecek bir başka cömertlik sahnesi:
Bir gün, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gömlek satın almak için çarşıya çıktı. Yanında on dirhemi vardır. Bir satıcıdan dört dirheme bir gömlek aldı. Eve dönerken Medînelilerden bir kişi yanına gelerek:
“-Yâ Rasûlallah! Bana bir gömlek giydirin de Allah da size cennet elbiselerinden bir elbise giydirsin!..” diye duâ etti.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen üzerindeki gömleği çıkarttı ve adama verdi. Sonra geri dönerek yine dört dirheme yeni bir gömlek satın aldı. Cebinde iki dirhemi kalmıştı. Medîne sokaklarında yürürken bir câriyenin ağladığını gördü. Hemen yanına gitti ve:
“-Niçin ağlıyorsun?” diye sordu.
Câriye, büyük bir üzüntü içindeydi. Karşısında Peygamberimizi görünce, O’ndan yardım isteyen bir sesle:
“-Yâ Rasûlâllah! Hizmet ettiğim sâhibim, bana, un satın almam için iki dirhem vermişti. Fakat onu kaybettim. Ne yapacağımı bilemiyorum?!” dedi.
Peygamberimiz, hemen cebindeki iki dirhemi câriyeye verdi ve gidip onunla un satın almasını söyledi. Câriyenin ağlamaya devam ettiğini görünce, ona:
“-Kaybettiğin parayı sana verdim. Şimdi niçin ağlıyorsun?” diye sorduğunda, câriye bu sefer:
“-Beni dövmelerinden korkuyorum.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onunla birlikte evine kadar gitti. Ev sahipleri, kapılarında Peygamber Efendimiz’i görünce onu büyük bir sevinçle karşıladılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Bu câriye, yaptıkları sebebiyle sizin kendisini dövmenizden korkuyor.” deyince, ev sahibi:
“-Yâ Rasûlallah! Mâdem ki onunla beraber geldiniz ve kendisine yardım ediyor ve koruyorsunuz; biz de onu Allah rızâsı için âzâd ettik, hürriyetine kavuşturduk.” diye cevap verdi.
Bütün bu hâdiseler, Peygamber Efendimiz’i çok sevindirmişti. Geri dönerken içinden şunları geçiriyordu:
“-Yüce Allah, şu on dirheme ne kadar bereket verdi?! Onunla Peygamberine ve Medineli ensârdan bir müslümana birer gömlek giydirdi. Bir câriyeyi de âzâd etti. Bunu bize veren, yalnız Allah’tır. Yüce Allâh’a şükürler olsun!..”
Kendisini değil, hep başkalarını düşünen bir Peygamber... Bir başkasının problemini halletmek için çırpınan ve bütün imkânlarını seferber eden bir Peygamber… Fark gözetmeden, muhtaç olan herkese, sadece Allah rızâsı için yardım eden ve bu yardımını hiç bir şekilde başa kakmayan bir Peygamber...
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, gerçek mânâda îmân etmiş olmazsınız...” (Âl-i İmran, 92) âyet-i kerîmesi gereği, sevdiği insanlara, sevdiği her şeyi verebilme cömertliğini gösteren örnek bir şahsiyet…
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle olduğu için, yanında her şeyini Allah için infak eden Hazret-i Ebubekirler, Ömerler, Osmanlar ve Aliler -radıyallâhu anhüm- yetişmişti.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle olduğu için, kimse kendisini yalnız, garip, fakir hissetmiyordu. Çünkü yanlarında Allâh’ın Rasûlü vardı ve her ne isterlerse, O seve seve verebilirdi.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle olduğu için, kimseye karşı boynu bükük değildi, Rabbinden başka. Çünkü O’ndan fazla veren yoktu.
Savaş ganîmetlerini, kendisine gelen hediyeleri, kazandığı ne varsa hepsini vererek “infâk” etmenin en güzel örneğini gösteriyor ve ümmetine engin bir “cömertlik” ufku çiziyordu.
YORUMLAR