Memleketimizde hâkim olan kültüre göre, “çocuk terbiyesi” denilince akla, öncelikle “anne” gelir. Erkek ve kız, bütün çocukları her dönemde eğitim yetiştirmek, her türlü problemleriyle ilgilenmek; öncelikle ve sadece annenin vazife ve sorumluluğu gibi anlaşılır ve uygulanır.
Hâlbuki gerek yüce dinimiz İslâm’a, gerekse çocukların şahsiyet ve psikolojik gelişimlerinin sağlıklı ve dengeli olabilmesi için; hem annenin, hem de babanın evlatlarıyla birebir ilgilenmesi gerekir. Annenin boşluğunu tam olarak baba; babanın boşluğunu da layıkıyla anne dolduramaz.
Günümüzdeki âilelerde, çocuklarla ilgilenme ve onları yetiştirme vazifesi; eğitimi, kabiliyeti, merak ve enerjisi ne olursa olsun, anneye yüklenmiştir. Baba ise, olup bitenleri ya uzaktan izlemekte, ya anne vasıtasıyla işin içine girmekte ya da bu işlerle irtibatını tamamen kesmiş bir şekilde, kendi dünyasıyla meşgul olmaktadır. Bir annenin, ne kadar firasetli, kabiliyetli ve yetişmiş olursa olsun, her hususta, bütün çocukları için yeterli olması, babasını aratmaması veya babanın boşluğunu doldurması düşünülemez.
Çok özetle söyleyecek olursak; Rabbimiz, evlatların gönlüne anne eliyle “şefkat”, baba eliyle “otorite” duygularını yerleştirir. Her çocuk, otoriteden mahrum bir şekilde, sadece şefkat eliyle yetiştirilirse, kendi duracağı sınırları bilemez. Aynı şekilde şefkatten uzak, sadece katı kuralların ve acımasız cezaların bulunduğu bir âile ortamında yetişirse, bu sefer de kalbine şefkat ve merhamet girmez. Kısacası, insanın çocukluk devresi ve almış olduğu eğitim tarzı, bütün hayatına tesiri olan çok kıymetli bir devredir. Bilhassa çocukluk devrelerinde bu denge kurulamazsa, ilerleyen yaşlarda bu dengenin kurulmasının da bir faydası olmaz.
Bütün bu sebeplerle babalar, çocukların eğitiminde aktif rol üstlenmeli; gerek erkek ve gerekse kız çocukları için “babalık” vazife ve sorumluluğundan kaçmamalıdır. Anneler, bu hususta aslâ yalnız bırakılmamalıdır.
Öyleyse şimdi sıra “Çocukların eğitimi için babalar neler yapmalı?” sorusunun cevabına geldi:
Her şeyden önce baba, kendisini “baba” olarak görmelidir. Bu cümle, bazı kimseleri şaşırtabilir. Ancak kendisi hâlâ çocukluk veya bekârlık çağlarında kalmış olan; evlendiğini, hanımının ve çocuklarının olduğunu fark etmeyen çok erkek vardır. Kendisini âile içinde bir mevkiye yerleştirememiş, âdeta misafir gibi eve gidip gelen bir insanın çocuklara vereceği şeyler neredeyse yok gibidir.
Baba; günlerini, saatlerini tamamen “dışarıda” geçirmemelidir. İş ve hizmet hayatının yoruculuğunu ya da dost-ahbap sohbetlerinin uzun süren keyfinin bedelini; hanımına ve çocuklarına çektirmemelidir. İnsanın elbette Allah için çalışması, hizmet etmesi güzeldir. Bu hususta elinden gelen gayreti göstermesi de gerekir. Ancak hayatın en önemli gerçeklerinden birisi olan “itidali: dengeyi” kaybetmemek şartıyla… Eşinin ve çocuklarının, günlerce, haftalarca, hattâ aylarca yüzüne hasret kaldığı bir iş ve hizmet modeli, ne kadar insânîdir, ne kadar İslâmîdir?
Benzer şekilde kahvehânelerde, oyun salonlarında ya da evde televizyon başında saatlerini, ömürlerini tüketen babalar; hem kendi hayatlarını, hem de çocuklarının duygu, hayal ve ihtiyaçlarını israf etmektedirler. Bugün “çocuklarını görmek istemeyen”, onları tamamen annesine “yıkan” babalar; ileride çocuklarında görülen kötü düşünce, yanlış arkadaş veya kötü ahlâk sebebiyle şikâyet etme hakkına sahip değillerdir. Bir insanın sadece karnını doyurmak, ona babalık etmek değildir. Tıpkı bir çocuğu sadece dünyaya getirmenin, bir kadını “anne” yapmadığı gibi…
Saksıya diktiğimiz küçücük bir tohum, bir fide bile devamlı ilgilenmeyi beklerken çocuklarımızın bir çiçekten veya tohumdan daha değersiz olduğunu düşünmemeliyiz. Bir çiçeğin vakti geldiğinde suyu verilmeli, toprağı havalandırılmalı, güneş ışığından mahrum bırakılmamalı ve etrafında oluşan ayrık otları temizlenmelidir. Çocuklarımız da bir çiçektir. Kendi ayakları üzerinde durana kadar, ona hayat veren şeylerle kendisini beslemeye devam etmeliyiz. Şefkat, merhamet, ilgi, mâneviyat ve güzel çevrede onu yetiştirmeye çalışmalı; kendisine zarar verecek her türlü duygu, düşünce, arkadaş ve çevreden -gücümüz yettiğince- onu korumaya çalışmalıyız.
Evlatlarımızı “saldım çayıra” misâli, hüdânâbit yetiştirmek bir anne-babaya yakışmaz. Böyle bir evlat yetiştirmenin, Allah katında hesabı da çok zordur. Zira evlatlar, anne-babaya zimmetlenmiştir. Evlat nimetinin ziyan edilmesi, insan israfının en acı şeklidir. En güzide, en rahat şekil alabilecek bir malzeme; en hoyrat, en düşüncesiz ve en acımasız ellerde yok olup gitmektedir.
Elbette her anne-babanın, bilhassa evliliğin ilk yıllarında her şeyi mükemmel olarak bilmesi, uygulaması beklenmez. Bilhassa “çekirdek âile” modeli hayat tarzına geçtiğimiz devirlerden beri, her genç anne-baba, Amerika’yı yeniden keşfetmek, deneye-yanıla bazı şeyleri öğrenmek zorunda kalmaktadır. Ancak buradaki asıl mesele, “acemilik” veya “cehalet” sebebiyle yapılan hatalar değil, yaptığı hatayı görmek istememek ve bilgisizliğini aşmaya gayret göstermemektir. Kendisini yetiştirmek için gayret göstermeyen bir anne, eşini kendi hâline bırakan bir baba; ne yazık ki, yıllar geçse de eğitim hususunda yerinde saymaya devam etmektedir. O hâlde gerek annelerin, gerekse babaların her gün “ebeveyn” olarak bir şeyler öğrenmesi şarttır. Hayat devam edip gitmekte, çocuklar her geçen gün yeni ihtiyaçlar ve dertlerle büyümektedirler.
Diğer taraftan çocuklarını, kendi devirlerine göre yetiştirmek isteyen anne-babalar vardır. “Biz çocukluğumuzda şöyle şöyle yapardık!” diye başlayan ve akıp giden zamanı, gelişen-değişen şartları görmeyen; çocuklarını geleceğe hazırlayamayan anne-babaların durumu da içler acısıdır. Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh-; “çocukların eğitiminin onların yaşayacağı döneme göre yapılmasını” tavsiye etmesi çok ibretlidir. Anne-babalar, gelişen şartları da göz önünde bulundurmalı ve çocuklarını geleceğe hazırlamalıdır.
Geleceğe hazırlama demişken, bir Müslüman için asıl gelecek kaygısı; “âhiret hayatı”yla ilgili olmalıdır. Bunun için de babanın, âilenin mânevî hayatıyla birebir ilgilenmesi şarttır. Baba, ya kendisi “hoca olmalı”, çocuklarını ve eşini yetiştirmeli ya da “bir hoca bulmalı ve onların âhiretteki ahvâlinden mes’ûl olduğunu unutmamalıdır. Dinimiz çocukların maddî velâyetini, genel olarak babaya verdiği gibi, mânevî velâyetini de babaya vermiştir.
Anne ve babalar, sahip oldukları evlatlarının kabiliyet ve meraklarını da keşfetmeli, onları başarılı olacakları sahaya yönlendirmelidirler. Allah her kuluna farklı özellikler, farklı güzellikler vermiştir. Bu mânâda anne-babalar; evlatlarının “kim” ve “ne” oldukları üzerine titreyen “gözler” olmalı ve onların neye meyilli olduklarını keşfetmelidirler. Şayet kendi bilgi ve tecrübeleri bu hususta yeterli değilse, öğretmen vb. çevrelerinden destek almalı, onların yapacağı objektif değerlendirmeleri de hoşgörü ile karşılamalıdırlar. Çocuklarına, kendi hayal ve isteklerini dikte ettirmemeli, kendilerinde mevcut özellikleri hayra ve güzelliğe yönlendirmeye çalışmalıdırlar.
Anne ve baba, birbirinin alternatifi, düşmanı veya rakibi değildir. Anne, yokluğunda babayı kötülememeli, onun eksik ve kusurlarını çocuklarının gözü önüne sermemeli, onun itibarını korumalıdır. Başka bir şekliyle, “babanın arkasından iş çevrilmesi gerektiği” duygu ve düşüncelerini çocuklarına vermemelidir. Aynı hassasiyet babada da bulunmalıdır. O da bilhassa çocuklarının yanında annesini sevdiğini, onun hürmete layık bir kimse olduğunu göstermeli; ikisi de birbirinin şahsiyetini rencide etmekten çekinmelidir. Çocuklar, anne-baba arasında “taraf” veya “hakem” olmaya zorlanmamalıdır. Zira bu durum, onları ciddî psikolojik yanlışlara sürükleyebilir. (Devam edecek)
YORUMLAR