Çocuklarımız, evlerimizin sesi, gönlümüzün neşesi, hayatımızın gülen yüzleridir. Onlar saf ve temiz yürekli emanetler... Tertemiz başlıyorlar hayat yolculuğuna. Etrafı izleyerek, bizleri göre göre öğreniyorlar davranış kalıplarını… Güldüğünde gülen gözler bakıyorsa gözlerine, daha çok gülüyorlar; fark edilmiyorsa gülüşleri, yavaş yavaş sönüyor gül goncaları… Kapanıyorlar içlerine ya da kayboluyorlar derinliklerde…
Biz yetişkinler, verdiğimiz tepkiye göre davranışlarını şekillendiririz evlâtlarımızın… “Erken çocukluk” dediğimiz dönemde verdiğimiz eğitim, çok daha ehemmiyet kazanır çocuk eğitiminde… Beyin gelişiminin en büyük kısmı, okul öncesinde tamamlanır. En kritik eğitim de bu dönemde verilir çocuklara…
0-6 yaş arasında kimlik, kişilik gelişiminin temelleri atılır ve bu yaşta yapılan her emek, hayat yolculuğuna yön verir. Eskilerin, “Ağaç yaşken eğilir!” sözü, bu mânâda çok büyük hakikati temsil eder. Küçük fidanlar büyüdükçe, gelişip ergenleştikçe daha çok uzaklaşır âileden; eğilmez olur, daha dikleşir ve özgürleşir.
“Erken çocukluk dönemi” sonrası başlayan ilkokul ve orta öğrenim döneminde âilenin çocuk üzerindeki tesiri yavaşlayarak azalır. Sosyal çevre, arkadaşlar ve medya daha tesirli ve eğitici olmaya başlar. Bu dönemde çocuk ve âile, karşılıklı birbirlerini anlamak yerine peşin hükümler verir, kolayca öfkelenir ve yaşken eğilen fidanlar, bu fırtınalarda ayakta kalmakta zorlanır, kırılır ve incinir. Çocuklarımızın hayat fırtınasıyla baş edebilme becerileri, daha çok “okul öncesi dönemde verilen” eğitimin tesiri ve kalitesiyle ilgilidir.
Biz ebeveynler, “hayata yön veren” kişi olmak ister ve “hayata yön verecek” evlâtlara sahip olmak isteriz. Fakat evlâtlarımızı yetiştirirken ihlâslı davranabiliyor muyuz?
Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de “ihlâs” denir.[1] İhlâslı olarak emanet edilmiştir evlâtlarımız bizlere. Bizler kendi çelişkilerimiz, tutarsızlıklarımızla onları menfî yönde değiştirmekteyiz. İhlâslarını, samimiyetlerini bozmaktayız. Tutarsız davranışlarımızla onları değiştirmekte, gelişimlerine menfî tesir ederek sağlıklı ruh dünyalarında fırtınalar estirmekteyiz.
Uzun sözlerle anlatılmak istenenler, okunduğu kadar uzak değil, aslında… Tam da hayatın içinde… Meselâ evde çocuklara veril(e)meyecek bir özel eşya, çocuk birkaç kez istediğinde çocuğa verilmez. Fakat bir misafir varsa, annenin başı kalabalıksa, çocuğuyla uzun uzun konuşacak zamanı yoksa, ağlayan çocuğun susması için rüşvet olarak verilir.
Çocuk, bu yolla istediği bir şeyi elde ettiğinde, annenin “Hayır!” diyemeyeceği zamanları keşfeder ve artık anneyi yönetmeye başlar. Bir başka misal de anne ve babaların çocukların normalde yemesini istemediği yiyecekleri, markette ağlamasın, tutturmasın diye “Hayır!” demeden alabilmeleridir. “Dışarıda ağlamasın, ayıp olmasın!” ya da “Çocuk o, bir kereden bir şey olmaz!” diyerek sınırları sürekli değiştirme problemleridir.
Bir başka problem de “modern zaman emzikleri” olarak tarif edilen bilgisayar ve cep telefonlarını, oyalansın diye çocuklarımızın ellerine tutuşturabiliyoruz. Sessiz ve kendi başına, sözüm ona “uslu çocuk”(!) olduğu için de sonra övgüler yağdırıyoruz, evlâtlarımıza…
Verilen bu birkaç misalde görüldüğü üzere, ihlâslı, yani temiz ve bozulmamış evlâtlarımıza; “Ağlarsan elde edersin, tuttur ve istediğini elde et!” metotlarını bizler öğretiyoruz. Oysa geçiştirmek için söylediğimiz her “Evet”, çocuk için güven değil güvensizliktir. Çocuk arzularıyla ister, ancak anne ve baba çocuğa yavaş yavaş, sabırla, doğru ve yanlışı anlatarak rehberlik etmelidir. Anne ve babalar model olarak, doğru olan davranışı bıkmadan, usanmadan her yerde yaparak istenilen davranışı çocuklarına kazandırmalıdırlar.
Biz, âilelere, çocuk yetiştirirken çocuklarını “merkeze” değil, “odağa” almaları gerektiğini söylüyoruz. “Merkeze alınan çocuk yetiştirme metodu”, patolojiktir. Eve alınacak yiyeceğe, oturma düzenine, gidilecek yere, ziyaretlere, tek başına çocuk karar vermeye başlamışsa, o evde büyük problemler baş gösterecek demektir. Bu metot, çocuğu önemsemenin, ona değer vermenin göstergesi değildir. Anne ve babalar ile görüştüğümde, çocuğunuza ikinci bir kardeş düşünüyor musunuz dediğimde:
“-Çocuğumuz istemiyor, o yüzden biz de düşünmüyoruz!” diyen anne ve babaların sayısının artması, bence düşündürücüdür.
İkinci bir kardeşin olup olamayacağının sorumluluğu, ilk çocuğun kararı olmamalıdır. Ya da âile görüşmelerinde âileye hafta sonu programlarını sorduğumda:
“-Biz sadece alışveriş merkezine gidiyoruz her hafta sonu… Hiç akrabalara gitmiyoruz. Çünkü bizim çocuk, bir tek orada mutlu oluyor!” anlayışı da doğru değildir. Çocukların mutlulukları ve tercihleri önemlidir, ama sadece ve tek onların mutluluğuna göre hayatlarımızı plânlamak doğru değildir.
Çocuk eğitiminde ihlâs, çocukların temiz ve saf yanlarını bozmadan, fıtratları gereği, doğru olanı destekleyerek, yaşayarak, örnek olarak geliştirilmelidir.
Çocuklar, saf ve temiz olarak emanet edilir âilelerine... Âileler, kendi bozulmuşlukları, yanlış davranışları ile yavaş yavaş değiştirmektedirler çocuklarını… Çocuklar tertemiz, hesapsız ve içtendir.
Bir çocuğun kötü söz kullanması, toplumda istenilen bir davranış değildir. Meselâ kötü söz kullanan bir çocuğun âilesi böyle bir durumdan mahcup olabilir ve:
“-Ayıp çocuğum, öyle söylenir mi?” diyebilir.
Böyle bir durumda çocuk, kendisini uyaran babasına:
“-Ama sen dün arabada korna basıp söylemiştin ya!” diye gördüklerini dürüstçe, ortam hesabı yapmadan ortaya dökebilir.
Biz ebeveynler, bazen kızan, bazen kendi de kızdığı davranışı yapan kimseler olarak onların daha çok kafasını karıştırmaktayız. Çocuk eğitimi, şeffaflık ve her yerde aynı davranışı gösterebilme tutarlılığı gerektirir. Çocuklar, yalan, şiddet, haksızlık gibi ahlâkî değerleri tecrübe ederek öğrenirler. Küçük, önemsiz ve ayrıntı yoktur onlar için… Onlar İmâm-ı Gazâlî’nin ifadesiyle, “mermere yazılanlar”dır. Okul öncesi kabul edilen “ilk altı yıl” da; kişiliğe, kimliğe, ruha yazılandır. Onların bu dönemde öğrendikleri çok önemlidir. Zihinlerdekiler, iyi veya kötü, kalıcı bir iz bırakır. Yanlış yazılanı silmek, yenisini yazmak, çok uzun yıllar ve büyük emekler gerektirir. Doğru olan davranışı yazmak ise, aslında hem daha kolay ve hem de fıtrata en uygun şekildir. Sürekli davranış değiştirmek, yazılıp çizilen karalama defteri gibi çirkin ve sevimsizdir. Çocukların gönül ve zihin dünyasını kirlettiği gibi, hareket ve düşünce dünyasında da kararsızlık ve karmaşa meydana getirir.
Çocuk hâfızası, silinmeyen bir fotoğraf makinesidir. Fotoğraf makinesinde çekim yaparken “odağa almak” deyimi vardır. “Odak” ölçüyü doğru yapabilme demektir. O zaman çekilen resim, olması gerektiği parlaklık, güzellik ve netlikte olacaktır. Yanlış odak ile yapılan bir çekim, net olmadığı gibi parlak da olmayacaktır. Bu görüntü, rahatsız edici bir resimdir. Fotoğraf makinesi misâlinde olduğu gibi, çocukları “odağa” almalıyız. Onlara dikkat etmeli, her dâim doğru sözlü, şefkatli, anlayışlı, sabırlı ve disiplinli olmalıyız.
Çocuğu “odağa” almayıp “merkeze” alanlar, onun bütün ihtiyaçlarına göre kurguladıkları hayatlarında, önce kendi düzenlerini, ardından âile yapılarını, sonra da evlâtlarının gelecek hayatlarını kaybedeceklerdir.
Çocuğu “merkeze” aldığınızda, çocuk akıl, mantık ve olması gerekene göre davranmayacaktır. Meselâ yemek yemek yerine, çok sevdiği çikolatayla beslenecektir. Maksat, bir şey yemekse, isteği çikolata olacaktır. Çocuklar için yemek yemek, istenilecek bir şey değildir. “Canım istiyor, ben onu severim!” mantığı, ev düzenini bozacaktır. Âileler için yemek düzeni olmayan, yemek yemeyen çocuk, nihayetinde önemli bir problem kaynağına dönüşecektir.
Çocuğun gelişiminde istek ve ihtiyaçlar “merkezi”; olması gerekenler ise, “odağı” anlatmaktadır. Bu konu, tıpkı hastanede yatan âcil bir hastaya doktor, su verilmesini yasakladıysa, kesinlikle su vermemeye dikkat etmek gibi hayâtî bir konudur.
“Merkez”de hasta olsaydı, onun isteklerine göre karar verirdik. Ama bu istek, hayata mâl olacaksa, su içmemesi gereken hasta “Çok istiyor, dudakları kurumuş, bak yazık!” diye bir bardak su verirsek, o hastanın iç organlarını iflâs ettirebilir, tedavi etmemiz gereken bir hastanın, kendi arzularımız ve yanlış müdâhalelerimizle ve tamamen iyi niyetle ölümüne sebep olabiliriz.
“Merkezde hasta” değil, “odakta hasta” olsaydı, onun iyiliği adına (resmin güzel çıkması gibi) odak ayarları iyi yapılır ve su verilmezdi. Susuz kalması üzücü de olsa, sabredilir, iyileşmesi için beklenirdi. O süre zor olsa ve sabır gerektirse de, netice iyilik ve sağlık olacağı için sabredilir ve hasta kazanılırdı.
Bir kişiyi “merkeze almak” ve bütün dünyayı ona göre kurgulamak, aslında insanın hoşuna gidiyor gibi görünse de “Sünnetullâh”a uymamaktadır. “Bir” ve “tek” olan yalnızca Allah’tır. İnsanın, samimi bir kul olarak her şeyin “merkezine” O’nu ve O’nun rızâsını alması gerekir.
Çocuklarımızı merkeze almadan odağa alarak, onları önemseyerek, ilk gelişim yıllarına daha çok dikkat ederek, ihlâslarını bozmadan onları büyütebilmek; sağlıklı bir fert ve sağlıklı toplum yapısı oluşturmanın temelleridir.
Çocuklarımıza, “Biriciksin!” ve “Tek sen varsın!”, “Senin ihtiyaçların her şeyin önünde gelir!” anlayışı, çocuk yetiştirme metotları açısından doğru değildir. “Bir” ve “tek” anlayışı, hastalıklıdır. Bir ve tek olan Allâh’ın yasak sınırlarına girmeden, ihlâsı bozulmamış nesiller yetiştirebilmek duâsıyla…
[1] İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c: IV, sh: 379.
YORUMLAR