İnsanlık, büyük bir buhrânın içinde… İnsanoğlunun kendi kendini, kendi neslini, kendi imtiyaz ve yüceliğini öldürdüğü bir zamana girdik. Çok değil, daha doksan yıl önce ilki patlak veren dünya savaşlarında on milyonlarca insan hebâ olup gitti. Bütün dinlerin ve ahlâk sistemlerinin “Öldürmeyeceksin!..” emrine mukabil, nefisler ve iştahlar bir türlü kana doyamadı…
Şüphesiz bunda bir-iki yüzyıldır bütün dünyayı dalga dalga saran inançsızlık ve başıboşluğun çok önemli bir rolü var. Fikir ve siyâset önderleri, insanların rahat ve huzuru için yaşayacakları yerde, birbirinin boğazına sarılmayı emredince, insan nesline çıkan fatura ağır oldu. Şu ân hâlâ yaralar sarılabilmiş değil!..
Bizim temas etmek istediğimiz nokta, medenî dünyanın (!) yaklaşık 100 yıldır birbirinin gırtlağına sarılması değil!.. Bütün dünyada yaşanan katliâm, cinâyet ve sûikastler de değil!.. Çin’deki her evin ilk çocuğunun dışındaki bütün yavrularının öldürülmesi veya ölüme terk edilmesi ya da Hindistan’da milyonlarca çocuğun anne karnında kürtajla aldırılması da değil!.. Aslında her biri ayrı ayrı çok önemli konular olmakla birlikte, biz, kendi bahçemizden bahsetmek istiyoruz.
Son günlerde ülkemizde yaşanan şok edici gelişmelerden!.. Annelerin evlatlarını, evlatların annelerini gözünü kırpmadan öldürdüğü; babaların, yemek yemiyor diye küçücük çocuklarını duvara fırlatarak canına kıydığı, “kız meselesi” yüzünden arkadaşların birbirini bıçakladığı, “kötü bir söz sebebiyle” göz kırpmadan insanların birbirinin kanına girdiği bir Türkiye’den…
Neredeydik, nerelere geldik?
Yaklaşık yüz yıl önce bu topraklarda yaşayan “İstanbul beyefendileri” birbirlerine nezâketle:
“-Önce siz buyurun!” demekten vapur seferlerini aksatırlardı. İstanbul sokaklarında gezen gayr-i müslimler, sokaklara taşan şuh kahkahalar duyamazlardı. İnsanların birbirini Hızır bildiği, herkesin birbirinin hak ve hukûkuna saygılı olduğu; hürmet, muhabbet ve asâletin bütün fertlerin aslî kimliği hâlinde bulunduğu bir devir yaşandı bu topraklarda… Hem de yüz yıl önce!..
Ya şimdi?!..
İnsanlar, gündüzleri bile elini-kolunu sallayarak dolaşmaya korkuyor. Hangi köşebaşından, hangi sokak arasından kimin çıkacağı ve ne yapacağı belli değil, neredeyse!.. Bu nasıl bir cinnet?!.. İnsanlar, bu noktaya nasıl geldiler? Sadece parasızlık ve krizler mi? Esas kriz, iç dünyada!.. Kalplerimiz, kafalarımız, ruhlarımız her geçen gün devalüasyona uğruyor, her dakika değer kaybediyoruz!.. Ahlâkımız, irfan ve üstünlüklerimiz, dağların zirvesinden uçuruma yuvarlanan kayalar misâli, tangır-tungur devriliyor da, kimsenin rûhu bile duymuyor.
Ne oluyoruz? Bu gidiş nereye?!..
İnsanın hayatı, her şeyden değerliyken, Cenâb-ı Hak, haksız yere bir insanı öldürmeyi “bütün insanları öldürmek” olarak ilân ederken, Peygamber Efendimiz, 1.400 küsur sene evvel, insan hayatının dokunulmazlığını Kâbe’nin kudsiyeti ile kıyaslarken… Şimdi ne oldu?
En basit sebepler, en büyük cinâyetlere yol açabiliyor!.. Bu bir cinnet mi, bütün insanlığı kasıp kavuran?!.. Yoksa kapkara bir cehâlet içinde mi boğuluyoruz? Dinimizi bilmiyoruz, insanın değerini bilmiyoruz, kendimizin kıymetini bilmiyoruz.
Kısacası, ne oluyoruz?
YORUMLAR