Allah, İnsanları “Rab” İsmi ile Terbiye Ediyor
Hani siz de ziyaretlerine gidersiniz ya, Hac’dan yeni dönmüş, dupduru hacılara “Hoş geldiniz!..” demeye... Sanki bütün hacılar ağız birliği etmişçesine:
“-Anlatamam ki... Orası nasıl bir yer, dilim dönmez ki... Orada neler hissettim, neler yaşadım... Oradan nasıl döndüm bilmiyorum ki... Bu ayrılığa dayanabilir miyim, bilemiyorum.” deyip gözyaşlarını silen hacılar, size de yabancı değildir değil mi?
Mahşer yerinin provasının yapıldığı o meydandan dönen hacılar, annesinden yeni doğmuş bir bebek gibi günahsız olmanın verdiği huzur içinde günah ve haramlara karşı bir baykuş gibi dikkatlidir artık...
Affedilmiş olmanın verdiği huzur, günahlardan ya da günaha giden yollardan yılan-çıyandan kaçar gibi kaçmanın da başlangıcıdır...
Affolunduğunu bilmek... Adam gibi adam olmaya yemin etmenin de ilk işaret fişeğidir.
O’nun “el-Gafûr” (Affeden) olduğunu bilmek, ne de huzur verir insana... Ve rahmetinin gazabını geçtiğini düşünmek, kulluk yokuşunda yorulmuş kişiler için bir enerji olur.
Bir de sabah namazları... O da kendine has iklimini sunar, “huzur” ve “af” soluklamak isteyen insanlara...
Öyle düşünür ve hissederim ki, sabah namazlarının diğer namazlardan çok ayrı bir kokusu vardır... Kendine has ve târifi imkânsız atmosferini, o saatte uyanık olan herkese inceden inceye hissettirir... İnsan olana ayrı bir olgunlukla kâinâtı seyrettirir, sabah namazları... Ve ayrı bir hüzün ülkesine sürükler de sizi, direnemezsiniz...
Sürüklendiğiniz o hüzün yolculuğu, bazen bir mescide, bazen de bir camiye cemaatle kılınan namazın saflarına götürmüşse eğer sizi... İşte, o an bilemezsiniz neler yaşayacağınızı, neler hissedeceğinizi... Bazen kalbinizin çırpınışlarına bırakırsınız kendinizi... Bazen dudaklarınızı ısırarak sıkarsınız gözlerinizi de birkaç damla gözyaşı olur iniltiniz... Bazen pişmanlıklarınız alır, sizi bambaşka bir âleme götürür de kaldırmak istemezsiniz alnınızı secdeden... Ya da başını secdeden kaldıramayan ve hıçkırıklarla secdede iki büklüm olmuş inleyen kişilerle karşılaşırsınız, siz, sessizce sabah namazının tesbîhini çekerken...
Tıpkı böylesi bir yaz mevsiminde Ankara’da Hacı Bayram Câmii’nde karşılaştığım o kişi gibi...
Affedilme ve Sabah Namazı...
Kenarda bir yerde, kendi hâlimde, sessizce câmiden çıkanları izlerken gözüme takıldı onun iniltileri... Diz üstü oturduğu yerde, hıçkırıklarını gizlemek için ellerini karnına bastırmış, başını öne eğmiş, Kur’ân ezberi yapan talebeler gibi ileri geri sallanarak inliyordu. Bir müddet o hâlini izledim onun... Bir süre sonra, kendini izlediğimden habersiz, gözyaşlarını sildi, oturduğu yerden doğruldu ve câminin çıkışına doğru gitti. Neden bilmiyorum, ama ben de onun arkasından câmiden çıktım.
Sâkin adımlarla etrafı izleyerek merdivenlerden adım adım indi ve câminin bahçesindeki banklardan birine oturdu. Ağlamaktan kızarmış gözleri ile etraftaki hareketliliği izliyordu.
Kırk beş yaşlarında güzel giyimli biriydi. Yanına yaklaştım, aynı banka oturmak için izin istedim. Hafifçe kenara çekilerek yer verdi.
Nereden başlayacağımı bilmeden konuşmaya başladım. Önce havadan sudan konuştuk. Sona benden ve ondan... Sohbet ilerledikçe çok kötü bir hayatın yorgunluğunu üzerinde taşıyan bir “tevbe insanı” ile konuştuğumu anladım.
“-Yapmadığım iş kalmadı hayatımda!..” diye devam etti konuşmasına... “Naylon fatura işinden tut da, kaçak sigara ve alkole kadar, her şeyi denedim... Yalan, üçkağıtçılık, sahtekârlık, bilinçsiz hayatımın parçasıydı... Bir yandan pişmanlıklarım, diğer yandan alışkanlıklarım, beni sürükleyip götürüyordu. Bir keresinde çocukluk arkadaşımla karşılaştım. Bana, «Gel, yarın sabah namazını Hacı Bayram Câmii’nde kılalım!..» dedi. Beni hâlâ çocukluğumdaki saf hâlimle yaşıyorum sanmıştı. Önce kendi içimden «Ben! Namaz!» diye tebessüm ettim. Ama arkadaşın ısrarına karşı «Tamam.» dedim. O gün sabah namazı için şu kapıdan içeri girdim...” derken gözleri doldu.
Sustu. Eli ile gözlerini sildi. Başını öbür yana çevirdi. Kendisini toparladıktan sonra devam etti:
“-Şu kapıdan içeri girdiğimde Kur’ân sesi ile yıllar sonra ilk defa yeniden karşılaştım. Babam rahmetli, küçükken elimden tutar sabah namazına getirirdi. Ne zaman ki, o vefat etti, ben başıboş kaldım. Kapıdan içeri girdiğimde, çocukluğumu iliklerime kadar hissettim. Çocukluğumun o saf ve dupduru hâlini... Günahsız beni... Ve şimdi de boğazına kadar günahlara batmış beni... Yavaş yavaş câminin içinde ilerledik... Okunan Kur’ân’ı dinlemek için bir köşeye geçtik... Başımı yasladığım duvarda, hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önüne serildi. İçimden binbir pişmanlık duydum, yaptığım yanlışlara karşı o an... O gün benim hayatımda dönüm noktası oldu. Beni câmiye dâvet eden arkadaşa, câmi çıkışında, «Allah, bunca günahlarıma rağmen beni de affeder mi?» diye sorduğumda, o da Kur’ân’dan ve hadîslerden örneklerle Allâh’ın affediciliğini anlattı. İçim öylesine huzur doldu ki, sanki hayata yeni gelmiş gibiydim. Ve o gün, tevbe ettim. O günden sonra sabah namazlarını hep bu câmide kılıyorum.” dedi...
Öyle hüzün dolu bir yüz ifadesi vardı ki, kalbindeki pişmanlık yüzünün yumuşaklığından okunuyordu sanki... Onun bu samimi anlatışını dinleyince, sormadan edemedim:
“-Bugün çok ağladın…”
Cevap veremedi. Gözlerime baktı... Öyle derin bakıyordu ki, kalbime bir ok değdi sanki... Dudakları titriyordu. Sustu... Sustu... Sonra.
“-Allah...” dedi, titrek dudakları ile yine sustu... Bir müddet sonra şöyle devam etti:
“-Allâh’a karşı çok utanıyorum...”
Günahlar ve Cezâsı
Gırtlağına kadar günaha batmış, günahlarına baktığı zaman gözyaşlarına boğulan insanlar, nasıl oluyor da yine de doğru yola dönüyorlar? Nasıl oluyor da pişmanlık duyuyor ve her şeye yeniden başlamak için ayağa kalkabiliyorlar?
Gerek Hacc’a gidip bütün günahlarından sıyrılıp yeni bir hayata başlayan hacılar ve gerekse yukarıdaki hâdiseyi analiz edersek görüyoruz ki, Allah, insanları doğru yola sevk etmek için bir “terbiye sistemi”nin içerisinden geçirmektedir... Geçirmektedir ki, en azılı suçlular bile bir gün dönüp, “Sana geldim” diye gözyaşı dökebilmekteler...
Evet, Allah, insanı terbiye eder. Hem de bu öyle bir terbiye metodudur ki, “Aslâ adam olmaz!..” dediğiniz kişileri bile, bir gün kendine dost eder...
Bir hırsız, bir yankesici, bir zehir satıcısı öyle terbiye olur ki, kimsenin görmek bile istemediği kömürleşmiş vicdanları bir gün, paha biçilmez pırlantalara dönüşür.
Çünkü o “Rab”dır. Rabb’in kelime anlamı; “terbiye eden” demektir ki, O en büyük terbiye edicidir.
Allah, Suç İşleyene Hemen Cezâ mı Vermektedir?
Madem ki, Allah en büyük terbiye edicidir; o hâlde, sormak gerekmez mi, O’nun, insanları terbiye ederken nasıl bir âdeti vardır?
O, insanları “cezâ” ile mi terbiye etmektedir? Suç işleyen kişiye, hemen cezâ mı vermektedir?! Yoksa Allâh’ın âdetinde “affedicilik” daha mı ön plandadır?
Evet, O’nun insanları terbiye ederken en göze çarpan terbiye metodu, cezâ vericiliği değil, affediciliğidir.
Peki, biz neden korkuyoruz?! Af kapısının devamlı açık olması, insanoğlunu kötülüğe mi sevk eder? Suç işleyen çocuklarımızı affetmekte neden tereddüt yaşıyoruz?! Onları affedersek yeniden suç işlerler diye mi korkuyoruz?
Neden, onlar suç işledikçe hemen kaşlarımızı çatıyor ve:
“-Çabuk odana çık, gözüm görmesin seni!..” diye cezâ veriyoruz?
Suç işleyen insana, Allah öyle mi yapıyor? Neden anne-babalar olarak “cezâ” verme yanımız, “affediciliğimizin” önüne geçmiş?
Hâlbuki insan, en büyük günahları bile işlerken Allah “ânında” cezâ vermemekte, günahkâra tevbe etme ve günahlarından pişman olup yeni bir başlangıç yapma fırsatı vermektedir. (Çünkü cezâ vermek, rahatlamayı ve peşinden yeni suçlara karşı teşviki getirir ki, cezâ konusundaki tüm analizleri, ilerleyen yazılarımızda ele alacağız.)
Eğer Allah, suç işleyen kişiye, ânında cezâ verseydi, saklı parayı çalan hırsızların tepesine tavanı çökertmez miydi? Neden çökertmiyor, düşünün lütfen... Ya da, yalan söyleyen birinin dilini virüs istilâsına uğratır, bir daha o dilini kullanılamaz hâle getirmez miydi? Ama Allâh’ın âdeti öyle değil işte... Öyle değil ki, Hacı Bayram Câmii’nde karşılaştığım o kişi, kırk küsur yaşından sonra bile “Sana döndüm Rabbim!..” diyerek hıçkırıklarla pişmanlığını dile getirebiliyor.
Madem ki, en büyük terbiye edici olan Allah, “Rab” ismi ile insanları terbiye ederken suç işlendiği an, hemen cezâ vermiyor; o hâlde bizlere ne oluyor ki, terbiyesinden sorumlu olduğumuz mâsum çocuklarımızın işlediği en küçük kabahatte bile onları cezâ ile terbiye etmeye kalkışıyor ve güyâ onları böylece doğru yola sevk ettiğimizi sanıyoruz?
Şefkat Tokadı Cezâ mıdır?
Hemen bu noktada bir ince ayrıntının altını çizmek gerek... Hepimiz biliyoruz ki, Allah, bazen insanları doğru yola sevk etmek için “şefkat tokadı” vurur ki, o kişi, doğru yola yönelsin. Peki, nedir şefkat tokadı?
Ve bölümümüzün son satırlarına gelmişken o can alıcı sorumuzu soralım, fakat cevabını bir sonraki yazımıza bırakalım....
“O hâlde şefkat tokadı cezâ mıdır?”
YORUMLAR