Allah Teâlâ vahdâniyeti, yani tek olmayı sadece Zât’ına mahsus kılarak bütün varlıkları birbirini tamamlayıcı unsurlar şeklinde ve çift olarak yaratmıştır. Üstelik insan neslini, Bakara Sûresi’nde ifade edildiği gibi “…Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz!..” (el-Bakara, 187) buyurarak birbirinin parçası ve tamamlayıcısı bir örtü kılmıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın Furkan Sûresi’nde bize öğrettiği; “Rabbimiz! Bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar ver!” niyâzı ile yuva kurmak isteyen gençlere en güzel örneğimiz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir yol haritası çizmiştir:
“Kadın, dört sebepten biri için nikâhlanır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı… Sen (diğerlerini geç), dindar olanı seç. (Aksi hâlde) sıkıntıya düşersin.” (Buhârî, Nikâh, 15; Müslim, Radâ, 53)
Bu hadîs-i şerîf, öncelikle erkeğe hitap edilerek söylenmiş olsa da hanımlar için de büyük bir rehberlik vazifesi görmektedir. Eşini tercih edecek olan hanıma; malı, soyu ve dış görünümünden ziyade dindarlığının kıstas olarak alınması gerektiği bildirilmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; İbn-i Mâce Nikâh, 5) buyururken, diğer taraftan:
“Sizin hayırlınız, eşine hayırlı olanınızdır.” buyurmuş ve şöyle eklemiştir: “Ben, sizin içinizde eşine karşı en hayırlı olanınızım.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50)
Aslında “sır” son cümlede saklı... Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Ben, sizin içinizde eşine karşı en hayırlı olanınızım.” buyururken “Her konuda olduğu gibi, âile hayatında da beni örnek alın!” diye seslenmektedir ümmetine âdeta...
Allah Rasûlü Efendimizin, “kördüğüm gibi sevdiği” Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:
“İçleri lif ve izhir otu ile doldurulmuş iki yatak edinmiştim. Rasûlullah onları gördü:
“-Yâ Âişe! Dünyayı mı istiyorsun?” diye sordu.
“-Ben onları Senin için edindim, içleri lif ve izhir otları ile dolu…” dedim.
“-Yâ Âişe! Dünya benim neyime gerektir? Ben ve dünya, bir ağacın gölgesinde konaklayan bir adam gibiyiz. Oradan kalkıp gittiğinde, bir daha oraya ebediyyen dönülmez.” buyurdu.[1]
* * *
Günümüzde sırf dünya metâı konusundan dolayı nice evlilikler başlamadan bitmekte, nice dostluk ve akrabalıklar bozulmaktadır. Demek ki dünyevî huzur ve mutluluk, yanlış yerde aranmaktadır.
Peygamber Efendimizin, “Fâtıma benim bir parçamdır. Onu üzen, beni de üzmüş olur.”[2] buyurduğu can parçası, biricik kızı Hazret-i Fâtıma Vâlidemizin çeyizini, bugünün çeyizlerini gözümüzün önüne getirerek okuyalım:
Hazret-i Ali Efendimizle kurulacak huzurlu yuva, yumuşak kum serilmiş bir odacık, içi lif dolu bir yatak, yine içi lif dolu birkaç yastık, üzerine oturmak için bir koyun postu, bir el değirmeni, bir elek, bir havlu, bir su bardağı, suyu soğutmak için bir küçük kırba ve bir hasırdan ibaretti. İşte Cennet hanımlarının efendisi ve cennet gençlerinin annesi Hazret-i Fâtıma Vâlidemizin çeyizi böyle idi. Cenâb-ı Hak, bu güzel hâneden temiz, mübarek ve değerli bir soy çıkardı. Bir de bu çeyizi hazırlayan babanın, o günün şartlarında müslümanların devlet başkanı, ordunun kumandanı ve devlet hazinesindeki tek tasarruf sahibi kimse olduğunu hatırlayalım.
* * *
Günümüz gençlerinin nice güzel kıyafetler, dantel takımları, mutfak eşyaları, bilmem kaç parça tabak, kaşık, çatal setleri ile saymakta güçlük çekeceğimiz daha nice çeyiz eşyalarında mutluluğu aramaları, boş bir çabadan ibarettir. Bu durum, toplumu derinden sarsan israf ve savurganlığı peşinden getirmektedir. Çeyiz sandıklarımızın ve o sandıklardaki eşyalarımızın süsünden ziyade, yaratılmışların en güzeli olan insanın kendisini ilim, irfan, sâlih amel, güzel ahlâk gibi ziynetlerle süslemesi ve gideceği evi bu güzelliklerle güzelleştirmesi cennet hayatının bu dünyaya taşınması gibidir.
Aksi durumda, çok süslü evlerde, binbir türlü ziynet içinde birbirinden değersiz insanların üzüntü içerisinde oturması mümkün ve muhtemeldir. İnsanlar, dünyevî ziynetlere itibar etmeye başladıkları andan itibaren mânevî-ahlâkî ziynetleri küçümser oldular. Hâlbuki insanı insan yapan, giydiği elbise, kullandığı eşya ve sahip olduğu maddî servetler değildir. İnsanı yücelten; mânevî kemâli, güzel ahlâkı, iffeti, Allâh’a olan takvâsı ve kulluğudur.
Hadîs-i şerîfte bu hususiyete şöyle dikkat çekilmiştir:
“Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir.”
Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi de “hayırlı eşin, en güzel kısmet olduğunu” şöyle dile getirmiştir:
“Her mü’min için en kıymetli nasip, evlendiği kimsenin amel-i sâlih sahibi, müttakî bir kimse olmasıdır. Sâlih erkek, huzur sarayının sarsılmaz direği; sâliha kadın da, saâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır. Takvâ üzere yaşanan âile hayatı da, kulu ilâhî muhabbete götüren müstesnâ bir köprüdür.”
Âilenin sağlıklı ve sarsılmaz temeller üzerine kurulması için çeyiz sandığı mesabesinde kişinin kendisini ilim, irfan, güzel ahlâk, sâlih amel, edep, hayâ, iffet, kaliteli ve donanımlı bir müslüman şahsiyeti ile donatması şarttır. Bu hem erkek, hem de kadın için gereklidir. Ancak hanımların takvâ ve istikameti; kocasına, çocuklarına, akrabalarına ve hattâ komşularına fazlasıyla tesir ettiği için çok daha ehemmiyetlidir.
Aslında evlilik, iki gönlün birbirinin rengiyle boyanmasıdır. Nasıl sarı ve kırmızı birbiriyle karıştığında turuncu rengi ortaya çıkıyorsa, çiftler de birbiriyle gönül, fikir ve ahlâk alışverişi neticesinde birbirine benzerler ve orta bir yol tuttururlar. O yüzden birbirini hayra teşvik eden, kulluk ve takvâ üzere bir hayat sürmeyi hedefleyen gençler birbirini bulduklarında o yuvadan hizmet, salih amel, sadaka-i câriyeler ve sâlih-sâliha bir nesil meydana gelir. Aksi hâlde gönülleri kirli, fikirleri karanlık, ahlâkları bozuk kimseler bir araya geldiğinde de Ebû Leheb ve âilesi misali, geçtiği yerlere diken saçan, gönüller yıkan ve neticede cehennem odunu olan bir âileye dönüşürler.
Âile saâdeti, takvâ sahibi mü’min kulların eriştiği ilâhî bir ikram ve tadına doyulmaz bir nimettir. Nitekim şu hadîs-i şerîfler, âile saâdetinin iki taraf arasındaki samimiyet ve birbirini takvâya teşvik gibi iki büyük düstura bağlı olduğunu açıkça beyân eder:
“Bir kimse geceleyin hanımını uyandırır da beraberce veya her biri kendi başına iki rekât namaz kılarlarsa, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve Allâh’ı çok zikreden kadınlardan yazılırlar.” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran; kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin! Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
Takvâ sahibi mü’minlerin oluşturduğu yuva, nice güzelliklere vasıta olacağı gibi, âilenin kuruluş gâyelerinden birisi olan sâlih ve sâliha evlatların yetişmesine de vesîle olacaktır. Gün geçtikçe bozulan âile hayatı ve yolunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan yeni neslin, hak yolda ilerlemesini tesis için bu durum çok mühimdir. Çok bilinen bir hakikattir ki, çocuklar, anne-babalarının hayatlarında gördüklerini kendi hayatlarına kopyalamaya başlar; onlar gibi sevinir, üzülür, onlar gibi mutlu ve mutsuz olurlar ve nihayetinde onlar gibi bir anne-baba olup aynı minvalde çocuk yetiştirirler.
Huzurlu bir yuva için başta Peygamber Efendimiz ile pâk annelerimizin evlilikleri olmak üzere sahâbe efendilerimizin ve Allah dostlarının âile hayatlarını anlatan kitapları çokça okumalı, onların hayatlarından misaller devşirmeli, ibretler almalıyız. Onların cennet hayatına çevirdikleri âile hayatlarından kendi yuvalarımıza güzellikler aktarmalıyız. Çünkü insan, gördüğünü örnek alır, bildiğini sever.
[1] Hz. Ömer ile ilgili benzer bir rivâyet için bkz: Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3.
[2] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 93-96.
YORUMLAR