Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin kaleme aldığı Tezkiretü’l-Evliyâ’da şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Zevk ve eğlencesine düşkünlüğüyle tanınan bir kimse, yine kafa dengi arkadaşlarıyla bir araya gelmiş eğleniyormuş. Ebedî hayata sermâye yapması gereken fânî hayatını pervâsızca harcayan bu kimse, bir ara kölesini yanına çağırarak kendilerine çeşit çeşit meyve alması için ona dört dirhem para vermiş. Köle de efendisinin istediği şeyleri almak için vakit kaybetmeden yola çıkmış.
Yolda Hak dostu Mansûr bin Ammar Hazretleri’nin bir mecliste sohbet ettiğini görmüş. Her ne kadar, efendisi çabuk olmasını söylediyse de, sözleriyle gönüllerdeki ağırlıkları gideren, ruhlara huzur ve kalplere rikkat veren Mansûr Hazretleri’nin sohbet meclisine girerek o sohbetten istîdâdı ölçüsünde istifâde etmek istemiş. Bir müddet sonra, Mansûr bin Ammar g’in, yanında bulunan bir fakir için cemaate şöyle seslendiğini duymuş:
“–Kim bu fakire dört dirhem para verir (ve böylece onu sevindirir)se, ona (arzu ettiği) dört tane duâ edeceğim.”
Mansûr bin Ammar Hazretleri’nin bu sözlerini duyan köle, (bu nîmeti eşsiz bir fırsat bilip) oturmuş olduğu yerden kalkarak hemen sohbet meclisinin önüne doğru yönelmiş. Fakirin yanına gelerek efendisinin meyve almak üzere verdiği dört dirhemi ona takdim etmiş. Bunun üzerine Mansûr bin Ammar Hazretleri, hangi duâları istediğini sormuş. Köle de şöyle söylemiş:
“–İlk olarak, «Ben bir köleyim. Âzâd olmam için duâ etmenizi istiyorum.» İkinci olarak, «Fakire verdiğim dirhemlerin yerine Allâh’ın bana başka dirhemler vermesini istiyorum.» Üçüncü olarak, «Allâh’ın günahkâr efendimi bağışlaması için duâ ediniz!» Son olarak da, «Allah Teâlâ’nın beni, efendimi, sizleri ve bütün halkımızı affetmesi için duâ ediniz!»”
Mansûr bin Ammar Hazretleri, büyük bir tevâzû ve hiçlik içerisinde ellerini Cenâb-ı Hakk’ın yüce dergâhına açmış ve ilâhî rahmete nâiliyet niyâzıyla kölenin kendisinden istemiş olduğu duâları yapmış. Daha sonra da köle, elleri boş olarak efendisinin yanına dönmüş.
Efendisi, Mansûr bin Ammar Hazretleri’nin sohbetini dinlediği için geç kalmasının yanında ellerini de boş gördüğü kölesine, kızgın bir üslûb ile:
“–Niye bu kadar geç kaldın! Hem niçin ellerin bomboş!? Senden istediklerimi neden getirmedin!?” diye sorunca, köle de büyük bir ihtiramla efendisine Mansûr bin Ammar Hazretleri’nin sohbetinde bulunduğunu, meyve almak üzere kendisine verdiği dört dinar ile de bir fakiri sevindirerek Mansûr Hazretleri’nin dört hususta duâsına nâil olduğunu anlatmış.
Kölenin efendisi, Hak dostu Mansûr bin Ammar Hazretleri’nin ismini duyduğu anda büyük bir heyecan içerisinde ayağa fırlamış. Öfkeden, bir çağlayan misali köpürmekte iken, bir anda deryaya kavuşan bir suyun tatlı sükûnetine bürünmüş. Üzerinde hiçbir kızgınlık emâresi kalmadan, büyük bir merak içerisinde:
“–Öyleyse çabuk anlat bakalım, o Hak dostu gönül sultânı senin için hangi duâları yaptı?” diye sormuş. Ve aralarındaki konuşma şöyle devam etmiş:
“–Beni azâd etmen için duâ etti.”
“–O hâlde artık git, seni kölelikten âzâd ediyorum. Allah için bugünden sonra hürsün! Peki, ikinci duâsı ne oldu?”
“–O fakire verdiğim dört dirhemin yerine Allâh’ın bana başka dirhemler vermesi için duâ etti.”
“–O hâlde sana malımdan dört bin dirhem veriyorum. Haydi, ne olur söyle, üçüncü duâsı neydi?”
“–Allah Teâlâ’nın senin günahlarını bağışlaması için duâ etti.”
(Bu söz üzerine bir müddet sükûta bürünen efendinin gözleri nemlenmiş, başını önüne eğmiş ve konuşmasına şöyle devam etmiş:)
“–O hâlde şu anda Allah Teâlâ’ya tevbe ediyorum. Mevlâm, bu tevbemi kabul buyursun. Beni bugünden sonra nefsimin eline bırakmasın. Peki, dördüncü duâsı neydi?”
“–Allah Teâlâ’nın beni, seni, kendisini ve toplumumuzu bağışlaması için duâda bulundu.”
“–Bu benim altından kalkabileceğim bir husus değildir. (Bu, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudret elindedir.)”
Kölenin efendisi, gece olduğunda uyumuş ve rüyasında birinin kendisine şöyle söylediğini duymuş:
“–Sen, sana âit olanı yerine getirdin. Allâh’ın da kendisine âit olanı yerine getirmeyeceğini mi sanıyorsun!” (Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 440-441)
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Kārun, Bel’am bin Bâûrâ gibi önce hidâyet üzere olup son nefeste îmansızlığın hazin âkıbetine dûçâr olanları bildirmenin yanında; Firavun’un sihirbazları gibi, daha evvel îmandan mahrum iken son nefeslerinde îman selâmetine nâil olanları da haber vermektedir.
Nitekim peygamberler ve Cenâb-ı Hakk’ın ihlâsını korudukları dışında hiç kimse, son nefes teminâtı altında bulunmamaktadır. Bu sebeple kim olursa olsun, hiç kimseyi bulunduğu hâlden dolayı hor görmek veya küçümsemek, mü’mine yakışan bir tavır değildir. Zira yukarıdaki hâdisede olduğu gibi, bir kimsenin daha evvel mâsiyet bataklığında çırpınırken, tevbe ipine tutunarak ebedî kurtuluşa ermesi mümkündür.
Yine mü’min, günâha olan kızgınlığını aslâ günahkâra taşırmamalıdır. Günahkârı yaralı bir kuş gibi tedâvi ve şefkate muhtaç görmelidir.
Ayrıca mü’min, mü’mine zimmetlidir. Dolayısıyla bir kimse, ihtiyaç sahibi bir kardeşini gördüğünde, onun derdini kendi derdi gibi telâkkî etmeli ve onun sıkıntılarının izâlesine çalışmalıdır. Çünkü her zaman mümkündür ki, Cenâb-ı Hak, bir mü’mini sevindirmek için verilen bir infak sâyesinde, kişiyi belki de dünyaya köle olmaktan kurtaracaktır.
Hazret-i Ebû Bekir t, dört grup insanın Allâh’ın sâlih kullarından olduğunu beyân ederek şöyle buyurur:
“1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen,
- Günahkârların affı için Rabbine yalvaran,
- Din kardeşine gıyâbında duâ eden,
- Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarına çâre olmaya çalışan kimselerin husûsî sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşgûliyeti kendi derdinden ibaret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır. Bu bakımdan, tek derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.
Şu hadîs-i şerîf, mü’minlerin sahip olmaları gereken din kardeşliği hassâsiyetini ne güzel ifâde etmektedir:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3)
Bir kişi Rasûlullah r Efendimiz’e gelip:
“–Yâ Rasûlâllah! İnsanların Allâh’a en sevgili olanı kimdir ve amellerin Allâh’a en sevgili olanı hangisidir?” diye sormuştu.
Efendimiz r şöyle cevap verdiler:
“–İnsanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı, insanlara en faydalı olanıdır. Amellerin Allâh’a en sevgili olanı ise, bir müslümanın kalbine sürur vermen, onu sevindirmen, bir sıkıntısını gidermen, borcunu ödeyivermen veya açlığını gidermendir.
Şu muhakkak ki, bir kardeşimle onun ihtiyacını gidermek üzere yürümek, benim için, Medîne’deki şu mescidimde bir ay îtikâf yapmamdan daha sevimlidir. Kim kendini tutar, gazaplanmazsa Allah Teâlâ onun ayıplarını örter, kim gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yutarsa, Allah Teâlâ kıyâmet günü onun kalbini ümit, huzur ve emniyetle doldurur. Kim kardeşiyle birlikte onun ihtiyacını görmek için yürür ve o ihtiyacı karşılarsa, Allah Teâlâ, insanların ayaklarının kaydığı gün onun ayağını sâbit kılar.” (Heysemî, VIII, 191)
Burada ifâde edilmesi gereken diğer mühim bir husus da, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kullarına muhabbet besleyip onlara hürmet göstermektir.
Nitekim Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Bir Hak dostunun, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allah, hiç bir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.”
Bu demektir ki, Allah katında makbûl olan bir kula muhabbetle hürmet gösteren şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla mükâfâtlandırılırlar.
Buna tarihten bir misal olarak Firavun’un sihirbazlarını zikredebiliriz. Meselâ onlar, müsâbakaya cür’et ettikleri Hazret-i Mûsâ’ya hitâben:
“–Ey Mûsâ, önce sen mi asânı atarsın, yoksa biz mi atalım?” diye sormuşlardı.
Böylece Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği bir kuluna biraz olsun tâzim göstermeleri bereketiyle kendilerine hidâyet kapıları açıldı.
Mevlânâ Hazretleri, bu hâdiseyi, işârî bir mânâ ile şöyle yorumlamaktadır:
“Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd akîdesine geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezâya uğradılar.”
Velhâsıl, bir mü’min, dâimâ îman firâsetiyle hareket etmelidir. “Her geceni Kadir, her gördüğünü Hızır bil” düsturuna riâyet ederek, ihtiyaç sahibi kardeşlerinin dertlerine dermân olmaya gayret göstermelidir.
Bu gönül kıvâmını elde edebilme hususunda, Hak dostu sâlih ve sâdıklarla beraberliğin büyük bir ehemmiyeti vardır. Zira gül kokusu, gülün yanında elde edilir. Buna imkân bulamayanlar ise, Hakk’ın sevdiklerinin gıyâbında, en azından kalbî beraberliğe riâyet etmelidirler.
Nitekim İbrahim bin Edhem Hazretleri şöyle nakletmektedir:
“Cebrâil u’ı rüyamda gördüm. Elinde bir kâğıt vardı.
«–Onu ne yapıyorsun?» diye sorunca dedi ki:
«–Bu kâğıda Allâh’ı sevenlerin (muhibbânın) isimlerini yazıyorum.»
Ben de ona:
«–Listenin sonuna “Sevenlerini seven İbrahim bin Edhem.” diye yaz.» dedim.
Bunun üzerine:
«–Ey Cebrâil, onu, sevenlerin en başına yaz.» diye nidâ olundu.” (Rûhu’l-Beyân, VI, 287)
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi, sevdiği kullarının muhabbetiyle ziynetlendirsin. Cümlemizi, ilâhî muhabbet ve rızâsına vesîle olacak sâlih amellere muvaffak eylesin.
Âmîn!..
SPOT:
Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Bir Hak dostunun, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allah, hiç bir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.”
Bu demektir ki, Allah katında makbûl olan bir kula muhabbetle hürmet gösteren şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla mükâfâtlandırılırlar.
YORUMLAR