Gökten zembille para iner mi? Ya da atıp tutunca sınav kazanılır mı? Yan gelip yatarak sınıf geçilir mi? Hiç sulanmayan ağaç meyve verir mi? Hiç sevilmeyen çocuk merhametli olabilir mi? Musluğu açmadan da su akabilir mi? “Hayır!” diyeceğiz hepimiz... Normal olan da bu... Hem insana, “çalıştığının karşılığı vardır.”, hem de “Yaratan, her şeyi belli sebeplere bağlamış”tır. Elbette O isterse, sebepsiz de her şey olur. Fakat bu dünya hayatında, vesileler dairesinde döner her şey… Bulutsuz bir semâdan yağmur yağsa, buna “mûcize” deriz meselâ… Ama bulutları yaratıp getiren, onlardan yağmuru indiren Rabbimin büyüklüğü karşısında mûcize gibi bakmayız hâdiseye... Alışmışlıktan, sıradanlaşmış olduğundan belki de...
Rabbim, dünyadaki her fiili, her yarattığını belli vesilelere bağlamıştır. Bu yüzden sahip olduğumuz nimetleri de fark edemeyiz çoğu zaman… Aslında bu giriş cümleleri, bir hatıramı nakletmek içindi:
Bundan 6-7 yıl kadar önce, değişimimin koyu bir döneminde, tesettür emrini yerine getirebilmenin sıkıntısı içindeydim. İçimde en kanlı savaşlardan daha çetin bir savaş vardı ve bu, acı ve gözyaşıyla bir süre devam etti. Bir ara durulmuştum. Belki bazı şeyleri aştığımdan, belki benimle uğraşmayı kesen düşmanlarımdan, belki de bilinmez ilâhî bir yardımdan, bilemiyorum. O sıra gecikmemem gerektiğini, eğer harekete geçmezsem yine aynı savaşın içine düşebileceğimi düşünmüştüm. Fakat hiç param yoktu. En azından bir-iki parça bir şeyler almam gerekiyordu. Ben bunları düşünüp yanımdaki arkadaşla konuşurken karşımızdaki banka ilişti gözüme… Hesabımda para olmadığını biliyordum, zaten herhangi bir yerden de beklediğim bir para yoktu. Fakat içimden karşı konulamaz bir şekilde bakma isteği geldi. İyi ki de bakmışım. Çünkü içinde 400 TL vardı. Ve bunun, aylık idare etmem gereken parayla ilgisi yoktu.
Bu paranın nereden, nasıl geldiğini söylemeyeceğim; fakat fâili meçhul bir para değildi. Ama o an bana o Rabbimin hediyesi gibi geldi. Hani Rabbim diyor ya, “Kulum bana bir adım gelirse, ben ona on adım gelirim.” diye… Bu hadîs-i kudsîyi işitmiş, îman etmiştim.
Buna sevinmek, çok normaldi belki de. Lâkin aslında büyük bir haksızlık içinde olduğumu fark ettim. Aslında var olan her şeyim zaten O’na aitti. Yediğim her meyve, Rabbimin bizzat benim için yarattığı ikramlardı. Annem, çok sevdiğim bir yemeği yapıp getirdiğinde önüme, annemin eliyle veren yine Rabbimdi. Rabbim izin vermese bir adım dahî atamayacağımızı bilen bizler, neden sadece sıradışı bir şey olduğunda bunun Allah’tan geldiğine inanıyorduk ki? Ya da îmanımız, bunlarla perçinleniyordu... Oysa bütün vesilelerin yaratıcısını görmek, hem hayata lezzet katacaktı, hem sıkıntılara olan sabrımız farklılaşacaktı. Kısaca gönlümüz genişleyecek, ferahlayacaktı.
Tıpkı bir belâ karşısında insanların takındığı tavırlardaki farklılık gibi… Bir insan düşünün, beş farklı kişiye birer tokat vurmuş olsun. İlki, bir tokata karşılık, onu tekme tokat dövmeye çalışır ki, bu ham ve gâfil insandır. İkincisi, misliyle mukabele eder ve o da kendisine tokat atana bir kere vurur. Üçüncü kimse, tasavvuf terbiyesinden nasibini almış kimsedir ki, “Sana kötülük yapana, iyilik yap” düsturu ile hareket eder ve afv eder. Dördüncüsü biraz daha ileri bir makamdadır; sadece kendisine bu tokadı kimin vurduğuna bakar. Sonuncusu ise, iyilik ve kötülüğün gerçek sahibinin Allah olduğunu bilerek, kendi yaptığı bir hatanın buna sebep olduğunu düşünür ve hatalarını gözden geçirir. İşte insanın da, îmanın da kemali budur.
Vesile ve sebeplerin ardında, hakiki Yaratıcı’yı görebilediğimiz zaman dünyanın dertlerinden bu kadar çok muzdarip olmayacağız inşaâllah…
YORUMLAR