Belki farkında değiliz, ama âhir zaman dediğimiz günlerin içinden geçiyoruz. Birkaç ayda dünyanın dengesi değişti. Bütün savaşlar, kavgalar bir anda susuverdi. Herkes fert fert, ülke ülke can derdine düştü veya düşürüldü.
Sabahları canhıraş bir telâşeyle çıkılan ve akşam binbir dert ve yorgunlukla dönülen evler, âniden aslî hüviyetine döndü; istense de istenmese de huzurlu bir sığınak oldu.
Müslümanlar cephesinde işler çok buruklaştı. Kâbe’miz, Mescid-i Nebevî’miz, omuz omuza namaz kılınan mescidlerimiz bir bir kapılarını kapattı, mü’minlerin yüzüne… Herkes sosyal medyadan klavye mücâhidliğine başladı. Paylaşımların, gözyaşı emojilerinin ardı arkası kesilmedi.
İnsan merak ediyor, bu klavye müslümanlarının kaçta kaçı namaz kılıyor acaba? Ya da kaçta kaçı beş vaktini mescidleri îmar ederek geçiriyor. Zira hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere:
“Bir kimsenin câmilere gitmeyi îtiyâd hâline getirdiğini görürseniz, onun îmanlı olduğuna şâhitlik edin. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Allâh’ın mescidlerini, ancak Allâh’a îmân edenler îmâr ederler...» (et-Tevbe, 18)”[1]
Demek ki mescidlerin maddî bakımdan îmârı kadar, cemaate devâm etmek sûretiyle mânen mâmur kılınması da son derece mühim bir kulluk vazîfesidir. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ten gelen bir rivâyette şöyle buyrulmuştur:
“Dünyada asıl garip olan şu dört şeydir:
1- Zâlimin hâfızasında bulunan Kur’ân,
2- Müslüman bir bölgede bulunup içinde namaz kılınmayan mescid,
3- Bir evin duvarında asılı durduğu hâlde okunmayan Mushaf ve
4- Fenâ bir zümre içinde yaşayan sâlih kimse.” (Deylemî, III, 108/4301)
Şu yaşadığımız günlerde az çok görüyoruz ki, hadîs-i şerîfte sayılan bu dört şey de garip kalmıştır, maalesef! Müslümanlar da dâhil olmak üzere, dünyadaki herkes sekülerleşmenin (dünyevîleşmenin) değirmeninde bir un gibi öğütülüyor ve kimse de bundan rahatsız olmuyor. Belki de Cenâb-ı Hak, bir ihtar olarak bu nîmetleri elimizden geri aldı ve kaçırmış olduğumuz nîmetlere tekrar kavuşmamız için de bize zaman tanıyordur, kim bilir?!
Her hususta bize en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle durumlarda nasıl davranacağımızı, şu hadîs-i şerîfinde ne güzel anlatmıştır:
“Ey insanlar! Ölmeden önce tevbe edin. Fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın! Gizli açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çokca zikretmek sûretiyle Rabbinizle aranızı düzeltin! Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.”[2]
* * *
Okullarla beraber kurslar da tatil olunca, birçok talebem:
“-Hocam, ne yapacağız, derslerimiz yarım kaldı?”
Veya bazı dostlarımız:
“-Eve kapanmaktan depresyona girdim, çocuklar başımın etini yedi. Ne olacak hâlimiz?!” demeye başladı.
Okulların tatili iyice uzayınca bu minvalde sorular da çoğaldı tabiatıyla... Biraz önce bahsettiğim hadîs-i şerîf, bizim evlerimizin, yani ev okullarımızın gündemi olmalı...
Bu yaşadığımız virüs imtihanı, bir kez daha hissettirdi ki, ölüm bir nefes kadar yakın… O zaman hadîs-i şerîfimizdeki ilk tâlimâta bakalım: “Ey insanlar! Ölmeden önce tevbe edin!”
Bir eserde şöyle okumuştum; “Hakikî tevbe yapabilmek için öncelikle Allâh’ın kulları ile helâlleşin! Hatalarınızı itiraf edin ve özür dileyin!”
Eğer bir kimse hatasından dolayı özür dilemeyi gerekli görmezse, bu hatasından pişman değildir ve ilk fırsatta aynı hatayı tekrar yapacaktır. Sadece zamanını ve zeminini bekliyordur. Bunu bir çoğumuz defalarca hayatında yaşamıştır. Siz saygınızdan ve sevginizden dolayı, karşınızdaki kişinin hatasının üstünü örter, susar veya olmamış gibi onunla iletişiminize devam edersiniz. Ama karşınızdaki hadsiz kişi, bunu bir teşvik addeder ve yaptığı zulme her fırsatta devam eder. Bir gün dayanamazsınız ve:
“-Şu hatalarından dolayı benden özür dilemelisin, sana çok kırıldım!” diye serzenişte bulunduğunuzda:
“-Sen kimsin ki senden özür dileyeyim!” veya “O kim ki, ondan özür dileyeyim.” deme cür’etinde bulunur.
İşte böyle bir insan, herhangi bir kuldan bile özür dilemeye nefsini ikna edemezse, Allâh’a karşı yaptığı günahlardan özür dileme demek olan tevbeyi hakkıyla yapabilir mi sizce?
Tevbe kelimesi; pişman olmak, itiraf etmek demektir. İstiğfar ise, hatanın farkında olup bir daha yapmamak üzere Rabbinden özür dilemen, yani seni affetmesini istemendir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ölmeden önce yapacaklarımız listesinin en başına tevbe etmemizi koymuş. Ne zaman öleceğimiz meçhul olduğuna göre, öncelikle insanlara özür borcumuz varsa, bunu yapıp helâlleşmeli ve ardından hiç olmazsa her namazımızdan sonra, duâlarımızın başına Seyyidü’l-İstiğfâr’ı koymalıyız. Sadece dil ile değil, hata ve günahlarımızı küçük-büyük demeden pişmanlıkla yâd etmeli ve her biri için nedâmetle ayrı ayrı gözyaşı dökebilmeliyiz.
İmam Evzâî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Bilal bin Sa‘d’ın şöyle dediğini işittim: «Suçun küçüklüğüne bakma, kime isyan ettiğine bak!»”[3]
Hadîs-i şerîfimizdeki ikinci tâlimat, “Fırsat eldeyken sâlih ameller işlemeye bakın!” şeklinde…
“Sâlih amel” veya “amel-i sâlih”; Kur’ân-ı Kerîm’de de çok geçen bir ifadedir.
“-Amel işleyin de nasıl işlerseniz işleyin!” demiyor Rabbimiz.
“-Ameli, sâlihinden istiyorum!” diyor.
Peki nedir bu amel-i sâlih? Tasavvufî eserlerde geçen benim de çok hoşuma giden bir târifi vardır: “Ta‘zim li-emrillâh ve şefkat alâ halkıllâh”
“Ta‘zim li-emrillâh”, yani Allâh’ın her emrini ihsan kıvamında, büyük bir ta‘zîm (hürmet) ve edeple yerine getirmek. Bir nevî huşû sahibi olmak...
“Şefkat alâ halkıllâh” ise; Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeye karşı şefkat ve merhametli olmak… Yani Yaratan’dan ötürü bütün yaratılanlara merhametli olmak.
Zamanın gerektirdiği, insanların o an ihtiyacı olan her türlü iyilik, güzellik, fedakârlık, hizmet, ibadet, sadaka-i câriye vb. bütün her şeyi Allâh’ın rızâsını hedefleyerek yapmak… Yapılan işte gâye, ilâhî rızâyı kazanmak olursa, sıradan ve küçük görülen işler bile, bir anda “amel-i sâlih”e, başka bir ifadeyle ibadete dönüşüverir.
Hadîs-i şerîfteki üçüncü tâlimat ise; “Gizli-açık, bolca sadaka vermek…”
Riyâ karışma endişesi varsa, gizli verilmesi; riyâ endişesi yoksa, örnek olmak için açıktan vermek… Ama her hâlükârda vermek… Bugün dünyanın başına gelen salgın felâketinin belki de en büyük ve bardağı taşıran damlası, Türkiye’den giden mültecilere dünyanın gözü önünde barbarca davranılıp zulmedilmesi olabilir.
Gariplerin ülkesi, zâlim kovboylarca talan ediliyor, zorla memleketlerinden çıkarılıyor, bu garibanlara kucak açan bir ülke yok! Kimse Türkiye kucak açtı demesin! Türkiye kaçta kaçına kucak açtı? Kömürlükleri, rutubetli bodrum katlarını, fâhiş fiyata kiraya vermekle kucak açmış olmuyoruz yani…
Hâlisâne yapılan yardımların, sadaka ve infakların hürmetine, belki bu kadar belâyı Cenâb-ı Hak üzerimizden defeyledi. Bu yüzden özellikle bu günlerde, az-çok demeden, hâlisâne ve bolca sadaka vermeye îtinâ göstermeliyiz. Zira başka bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, “Az sadaka, çok belâyı defeder.”[4]
Hadisimizdeki dördüncü tâlimat ise; “Allâh’ı çokça zikretmek sûretiyle Rabbinizle aranızı düzeltin!” Demek ki, zikir, Rabbiyle kulun arasında bir köprü…
Nedir zikir? Allâh’ı anmak… Kulu, Allâh’ın rızâsına götüren, ona Allâh’ı hatırlatan ve hâlis niyetle yapılan her amel, birer zikirdir.
* * *
Peki, bu dört tâlimâtı yerine getirsek nelere kavuşacağız? Hadîs-i şerîfin devamında buyrulduğu üzere:
“Böyle yaparsanız rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri tekrar elde edersiniz.”
İnşâallah bu hadîs-i şerîf, hepimizin evlerinde âcilen hayata geçirilmeli ve son kısımdaki müjdeye yine hep birlikte kavuşulmalı...
* * *
Mescidlerimiz bir süreliğine kapandıysa, biz müslümanlar için bütün yeryüzünün bir mescid kılındığını hatırlatmak isterim. Hadîs-i şerîfte:
“İbadet etmek için yeryüzünün her yeri benim için mescid ve temiz kılındı. Bu sebeple ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince hemen olduğu yerde namazını kılsın!”[5] buyrulmuş.
Bu çağrıya uyarak evlerimiz birer mescide dönmeli, her evde beş vakit namaz, mümkünse cemaatle kılınmalı… Hâcet namazlarımızı artırıp Rabbimize daha çok sığınmalıyız.
Bu karantinayı bir hapis olarak görmeyi kenara bırakalım. Rabbimiz, bizi affetmek için bir sebep halkeyledi. Bu bizim için bir inzivâdır, bir uzlettir, bir îtikâftır diyelim. Ramazân-ı Şerîf’imizin her ânını bir îtikâf hassasiyetiyle, kendimizi ibadete, kulluğa, istiğfâra ve en önemlisi Kur’ân-ı Kerîm’e adayalım.
Îtikâfın ana gayesi, kulun kendisini Allâh’ın evi mesabesindeki mescide kapatması ve:
“-Rabbim, işte ben Senin evine kendimi kapadım ve kendimi Sana kulluğa adadım! Sen beni affedip kullukla ikramlandırana kadar buradan ayrılmayacağım!” diyerek bir nevî Rabbine kulluğunu ve hiçliğini takdim edip nazlanmak, O’nun merhamet ve affına sığınmak, böylece mânevî olarak Allâh’a yaklaşmaya vesîle aramaktır.
Hanımlar, îtikâfa evlerinin namaz kılınan herhangi bir yerinde girebilirler. Özellikle sünnet olan Ramazan-ı Şerîf’in son on günü girmektir. Çünkü bu son on gün içinde, bin aydan hayırlı olan Kadir gecesi gizlidir.
Îtikâfa giren kimse, dünyevî her türlü meşgaleden uzak olduğu için bütün gününü (ya da mümkün olduğu kadarını), Rabbine kulluk ve ibadetle geçireceğinden Kadir Gecesi’ne isabet etme ihtimali çok yüksektir. Bir de nâfile olan îtikâf vardır ki, bunun için Ramazan-ı Şerîf’te bulunma şartı yoktur.
Bu yüzden özellikle Ramazan-ı Şerîf’in son on gününün gecelerini, Kadir gecesini yakalamak heyecanıyla dolu dolu ibadetlerle tezyin etmek gerekir. Hadîs-i şerîfte bu hususa şöyle işaret buyrulmaktadır:
“Kadir gecesini fazîlet ve kudsiyetine inanarak ve sevabını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve taatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.”[6]
Ramazan-ı Şerîfin bir kıymeti de Kur’ân’ın bu ayda bizlere lûtfedilmeye başlamasıdır. Âyet-i kerimede buyrulur:
“(O sayılı günler), insanlar için bir hidâyet rehberi, doğru yolu ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’ân’ın kendisinde indirildiği Ramazan Ayı’dır…” (el-Bakara, 185)
Ramazân-ı Şerîf, âdeta bir senemizi nasıl geçirdiğimizin/geçireceğimizin mânevî röntgeni mesebesinde olduğu için, bu ayın mânevî rızıklarından istifade etmekte çok azimli olmalıyız. Mevlânâ Hazretleri, bu hususu ne güzel anlatır:
“Ramazan geldi; aşk ve îman padişahının sancağı erişti! Artık maddî yiyeceklerden elini çek! Çünkü göklerden mânevî rızık geldi ve can sofrası kuruldu.”
Bu mânevî sofranın en büyük ikramlarından birisi de kendimizi Kur’ân’a adamak olmalıdır. En az bir hatim ve bir mukâbele ile taçlanmalıdır, gönül âlemimiz... Kur’ân’ın emrine uymak, onun çağrısına kulak vermek ve bu gayreti bütün ömre yaymak en büyük idealimiz olmalıdır.
Hadîs-i şerîfte:
“Oruçla Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet gününde kula şefaat edecektir.” buyrulmuştur.[7]
Bu sebeple Peygamber Efendimiz de Ramazan Ayı gelince, Kur’ân’la ülfet hususunda âdeta coşardı. Bu hâl, ashâb-ı kirâmın gözüyle şöyle tasvîr edilmiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdiydi. Onun en cömert olduğu anlar da Ramazan’da Cebrâil’in kendisiyle buluştuğu zamanlardı. Cebrâil -aleyhisselâm- Ramazan’ın her gecesinde Rasûlullah ile buluşur, karşılıklı Kur’ân okurlardı. Bundan dolayı Allah Rasûlü, Cebrâil ile buluştuğunda, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgârdan daha cömert davranırdı.”[8]
Ramazan-ı Şerîf, gufrân ayı, Cennet kapılarının açıldığı, af ve merhametin tuğyan ettiği bereketli bir aydır. Bu mağfiretten, af ve merhametten nasîbimizi almak için vesîleler aramalı; özellikle bol bol sadaka vermek, kalbi kırık ve mahzunların duâsını almak ve cömertliğin ziyneti ile süslenmek sûretiyle bu ayın fırsatlarını değerlendirmeliyiz.
Bir adam Peygamber Efendimize gelerek:
“-Yâ Rasûlallah! Hangi sadaka, ecir bakımından daha üstündür?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“-Ramazan-ı Şerîf’te verilen sadaka!..”[9] buyurdular.
Ramazan-ı Şerîf’te verilen bir sadaka daha vardır ki, bu da Fıtır Sadakası’dır. Bayram namazından evvel mutlaka fukarâya ulaştırılmalıdır ki, onlar da bütün müslümanlarla beraber bayram sevincini yaşasın! Peygamberimiz bu hususta:
“Onları bu bayram gününde aç dolaşmaktan kurtarınız!”[10] buyurmuştur.
Fıtır sadakası, zengin açısından da Ramazan’a ve bayrama ulaşmış olmanın bir şükrüdür.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi Ramazan-ı Şerîf’te kurulan can sofrasından lütfuyla bol bol ikrâmlandırsın. Bize, bütün ömrümüze feyz ve bereketlerin saçıldığı hakikî Ramazanları idrâk ve ihyâ etmeyi, kıyâmet sabahına da bayram sevinciyle uyanmayı nasip eylesin. Bizi, cemâlullah müjdesiyle huzûruna kabul etsin! Âmîn.
[1] İbn-i Mâce, Mesâcid, 19.
[2] İbn-i Mâce, İkâme, 78.
[3] Ebû Nuaym, el-Hilye, 5/223.
[4] Bk. Tirmizî, Zekât, 28/664; Süyûtî, el-Câmiü’s-Sağîr, I, 108.
[5] Buhârî, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3.
[6] Buhârî, Îman, 25; Savm, 6; Müslim, Müsâfirîn, 173-176.
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 174.
[8] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5-6, Savm 7.
[9] Tirmizî. Zekât, 28/663.
[10] İbn-i Sa’d, I, 248.
YORUMLAR