Çalışan Anne Ve Problemleri -1-

Kadınların evinin dışında herhangi bir iş yerinde bütün gününü çalışarak geçirmesi; hem âile hem de yaşadığı cemiyet yönüyle çok çeşitli problemleri beraberinde getirmiştir. Kâinatta bulunan her şeyde bir denge mevcuttur. Bu dengeyi sağlayan bazı kurallar vardır. Şâyet siz o dengeyi bozarsanız, kuralları tahrif ettiğiniz gibi, “Allâh’ın nefislerde kurmuş olduğu nizâmı değiştirmiş ve prensiplerine isyan etmiş olursunuz. Hakka karşı çıkanlar da helâk olmaya mahkûmdur.”1

Kadın, erkekten ayrı olarak kendine has bir yaratılışa sahiptir. Gerek fizikî gerekse rûhî yönden, ona gücünün üstünde şeyler yüklendiğinde kadın, hem bedenî olarak yıpranır, hem de rûhî dengesi bozulur. Bu durum, kadına zulümdür. Uzun süredir, “Kadına hak-hukuk verilsin; o da toplumda erkeklerin yanında yerini alsın!” denildi. Yahut “Hayat şartları ağır, geçinemiyoruz!” gibi düşüncelerle kadının iş hayatına atılıp çalışması, onun adına cidden iyi olmadı. Zira kadının erkekten ayrı olarak evine, eşine ve çocuklarına karşı sorumluluk ve mükellefiyetleri vardır. Hanım, evin iç işlerinin yegâne idarecisi, çocukların ilk öğretmenidir. Bu, boş bir iş değildir. Bu iş, hayatı idare eden güzel insanları yetiştirme hizmetidir ve dahî hayatı îmar faaliyetidir.

Fransız düşünür ve psikolog Fitzhugh Dodson, kadının anneliği hususunda bakın neler söylüyor: “Analık etmek, özel bir tür psikolog olmak ve özel bir öğretmen olmak demektir. Bu öyle basit bir görev değildir. Hele bebekleri ve ufak çocukları anlayabilmeniz için gerekli ve yeterli eğitimi görmek pek azınıza kısmet olmuştur. Normal olarak psikologlar ve öğretmenler (bütün gün çalışanlar) günde 8 saat çalışır. Her gün belirli saatte çalışmaları biter, her hafta sonu tatil yaparlar. Dahası, yıllık izinleri de vardır. Ya siz öyle misiniz?”2

Analık, hakikaten zor bir meslektir. Evli bir hanımın tek çocuğu bile olsa, günlük meşguliyet olarak bu ona yeter. Çocuk sayısı arttığında, analığın sorumluluk ve meşguliyetini şöyle bir düşünmek lâzımdır.

Çocuk okul yaşına gelene değin, âdeta mânevî gıdası olan sevgi, ilgi ve şefkat, ona annesi tarafından verilir. Evde, annenin her şeyi olan yavruları ona muhtaçken; dışarıda ne ekonomik sebeple ne de “çağdaş kadın” olmak gibi ucuz fikirlerle çalışması kabul edilemez. Anneyi aslî vazifelerinden uzaklaştıran bu durum, ona zulümdür.

Kadın çevrenin, medyanın tesirinden biraz olsun kurtulup sâlim bir kafayla kendisini düşünse, düşünebilecek zamanı olsa şuurlanacak ve kendilerine yapılan bu zulmün farkına varacaktır. Kadın, hem dışarıda çalışan hem de evde çalışandır. Kadın, işten yorgun-argın gelir, hemen işe koyulur. Yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı... Bir de çocukları ondan ilgi, sevgi ve şefkat bekler. Anne ise yorgundur, gergindir, sinirlidir. Erkekler ise işten evine dönünce ekseriyetle geçer koltuğuna; gazetesini okur, televizyon seyreder, rahatına bakar, dinlenir. Bu mu eşitlik? Bu mu kadın hakları? Bu işkencedir, bu hakka tecâvüzdür, zulümdür. Umuyoruz, bu aldatmacayı sonunda kadın çözecektir.

Bu ehemmiyetli meselenin çözümü için çareler aranmalıdır. Bir defa her konuda olduğu gibi kadın konusunda da alacağımız tedbirler, İslâmî olmak mecburiyetindedir. İslâm, çağlara hitap eden, en adâletli sistemdir. İslâm’da insan haklarına saygı esastır. Erkeğin hukuku olduğu gibi, kadının da hakkı-hukuku, çocuğun hakkı-hukuku, hattâ hayvanların dahî hakkı vardır. Yeter ki bizler dinîmizi, oradan-buradan duyduklarımızla değil, asıl kaynaklarından okuyarak öğrenelim. O zaman anlayacağız gerçeklerin ne olduğunu ve şimdiye kadar hakikatlerin nasıl da gizlendiğini…

Dînimizde evin hâricî işleri; geçim ve rızık temini konusu, âile reisi olarak erkeğe verilmiştir. Kadın ise, dâhilî işlerin idarecisidir. Eğer bir erkeğin kazancı âilesini geçindirecek seviyede değilse, o sosyal nizam hastadır. O toplum, sosyal adâletten mahrumdur; bunun neticesinde, sömürülen insanlar vardır.

Evine ekonomik yönden katkı sağlamak düşüncesiyle çalışan kadınların dikkatten kaçan farklı durumları vardır. Yapılan araştırmalar da bu hususu destekleyici mâhiyettedir. Devamlı gelişen, yeniliklere açık olan ve yenilenen çağdaş toplum, bizi lükse alıştırmıştır. İnsanlar çevrelerinden, vitrinlerden, yeni çıkan teknolojilerden devamlı etkilenmişler ve içlerinde hep “alma isteği” oluşmuş, daha doğrusu oluşturulmuştur.

Reklamlarla ve çeşitli tanıtım araçlarıyla bu his insanlarımızda hep diri tutulmuştur. Bugün insanımız, maalesef “sürekli alma hastalığına” yakalanmıştır. Hâl böyleyken, kadın işine giderken devamlı aynı kıyafeti mi giyecektir? İş çıkışı, sıralanan vitrinlere bakarak evine giden kadın, değişik kıyafetler almak isteyecek, görüntüsünü hep yenileyecektir. İki elbisesi varsa dört isteyecek, dört varsa daha da çoğaltacaktır. Yeni çıkan teknolojik ürünler de cabası! Bu, inanılmaz bir tüketim çılgınlığıdır.

Dahası, çalışan kadının evde bebeği vardır. Bebeğinin bakıcı parası, yol parası derken imkânları aşan faturalar ve ödemeler masaya dizilecektir... Hani, “ekonomik yönden iyileşme adına” kadın çalışıyordu? Aldığı maaşın yarısı bebek baktırmaya, üçte bir giyim ve kuaföre, üçte biri yol parası ve harçlığa gidiyor. Peki, geriye ne kalıyor? Bu mu ev gelirine kadının ekonomik katkısı? Ekonomik sebeplerle çalışan kadının parasının bereketi (demek ki) olmuyor. İstekleri hep yerine getirilen, alarak tatmin olan kadının kaybettiklerini kim yerine getirecek? Oysa hesap edilse, çalışma pahasına yitirdikleri, onun hem şahsiyetini hem de fizikî yapısını zedeler mâhiyettedir. Çalışan kadınlar, haddinden fazla yıpranıyorlar.

Evinde ise eşine ve çocuklarına gerekli ilgi, şefkat ve sevgiyi gösteremediğinden, çalışan kadının fıtratı zedelenmektedir. Yaratılış itibariyle ince, hassas, sevgi ve şefkat hisleriyle dopdolu olan kadın, zamanı olmadığından, eşi ve yavrularıyla yeterince ilgilenememesinin ezikliğini, üzüntüsünü hep içinde taşır. Bu sebeple çalışan kadın, duyguları açısından da devamlı yıpranır. Yoğun koşuşturmalardan dolayı sıhhati ve sinirleri bozularak sürekli stres hâlinde olur. Bu konuda memleketimizin eğitimcilerden merhum Prof. Atalay Yörükoğlu şöyle diyor:

“Çalışmak zorunda olan analar, aslında hep tedirgindirler. Haksız da değillerdir. Bir yandan çalışma, öte yandan evi çekip çevirme sorumluluğu, çalışan anneyi bunaltır. Hele eşinden yeterli desteği görmüyorsa, işi daha da çetinleşir. Bu sebeple, çalışan anne sürekli gergin ve yorgundur. Anne eviyle işi arasında bölünüyor, çok yoruluyor, eşinden de gerekli desteği alamıyorsa bu, küçük çocukları olumsuz yönde etkileyebilir.”3

Günümüzün modern terbiye ve pedagoji ilmi de, çocuğun terbiye ve eğitimi üzerinde annenin büyük rolü olduğunu kabul etmektedir. Anneden gereken sevgi, şefkat, terbiye ve bakımı görmeyen çocukların ileride problemli çocuklar hâline geldiğini, yine pedagoji ilmi ortaya koymaktadır. Evin dışında çalışan annenin, çocuğuna gerekli alâka ve şefkati, îtina ve özeni gösteremeyeceği açıktır. Bu sebeple, günümüz şartlarında kadın içtimâî hayatta ezilip örselendiği gibi, yeni yetişen nesillere de kıyılmaktadır.

Netice olarak açık söyleyelim, kanaatimizce annenin dışarıda çalışması, cemiyet hayatını dinamitlemektedir. “Her çeşit âilevî alâka, sevgi ve şefkatten mahrum olarak yetişen nesillerin ortaya koyduğu içtimâî dram, dünyada olduğu gibi memleketimizde bile artık acı meyvelerini vermeye başlamıştır.”4

Çalışan anneler, gündüz işyerlerinde olduklarından çocuklarını -yaşları müsâitse- ya kreşe ya da anaokullarına bırakmakta; yaşı müsâit değilse bir bakıcıya teslim etmekteler. Çocuğa bakan kimsenin akrabalardan biri olması, onun duygusal gelişimi açısından daha olumlu bir çözümdür. Ancak hiçbirinin çocukla, anne kadar ilgilenemeyeceği açıktır. Çocuğun dünyasında annenin bambaşka, apayrı bir yeri vardır. Çalışan anneler, çocukları üzerine yeterince eğilmediklerinden, çocukların şuuraltına ittiği duygular, zamanla onlarda şahsiyet bozukluğuna yol açar. Hattâ bu, bazen öyle bir patlama noktasına gelir ki, anne-baba kendi evlâdını dahî tanıyamaz olabilir.

Kendileriyle ilgilenilmeyen, rûhî boyutu hep ihmal edilen yeni nesil, vaktinin çoğunu; kendisine sağlanan maddî imkânlara göre televizyonlarda, akıllı telefonların başında, sosyal medyanın farklı kulvarlarında, internet kafelerdeki edebe aykırı oyunların başında ya da teknolojinin sunduğu değişik yerlerde geçiriyor.

Bu gençler, kafaları müzikle, eğlenceyle âdeta sarhoş olmuşçasına uyuşuk hâlde ortalıkta geziniyorlar. Neticede ileri yaşlarda “nasihat dinlemez, söz geçmez, her şeye isyan eden gençler” olarak toplumda yerlerini alıyorlar. Gençlere öyle başıboş bir dünya oluşturulmuş ki, onlara göre sanki bundan başka bir dünya yok ve aynı dünyayı paylaşan, onca zulme uğrayan mazlum ve mağdurlar, gençlerin umurunda değil. Tabi, bu durum kabul edilemez.

Hâl böyle iken kadının çalışması her kesimden destek görüyorsa, “Neden çağdaş dünya, bu annelerin problemleriyle ilgilenmiyor, bunlara çözüm üretmiyor?” diye sorabiliriz. (Devam edecek)

 

1 Behiy el-Hûliy, Âilede ve Toplumda Kadın, Ankara 1972, sh: 144.

2 Fitzhugh Dodson, Çocuk Yaşken Eğilir (Terc: Seçkin Selvi), İstanbul 1990, sh: 8-9.

3 Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, İstanbul, 1993, sh: 45-47.

4 Mehmet Dikmen, İslâm’da Kadın Hakları, İstanbul, 1981, sh. 242-243.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle