Bilindiği gibi İslâmiyet gelmeden önce, Arap toplumunda yaşanan devre “câhiliye” ismi verilmiştir. Câhiliye devri, insanlığın inanç, ibâdet, ahlâk, yaşayış ve hukuk bakımından çöküşte olduğu devri temsil eder. İslâm dîni, insanları düşmüş oldukları bu bataklıktan, Allâh’ın ihsan ettiği bir ip (hablullâh: Allâh’ın ipi, Kur’ân-ı Kerîm) sâyesinde kurtarmış, onları fazilet ve medeniyetin zirvesine taşımıştır.
Aradan geçen yüzyıllar neticesinde, insanlığın, hakikat ve medeniyet vâdisinde daha ilerilere gitmesi gerekirken, maalesef günümüzde gelinen nokta tam aksinedir. Hakikaten bir çok toplumda İslâm’ın insanların kalp ve zihinlerine yaktığı nûr unutulmuş, öğrettiği mukaddes değerler terk edilmiş ve nihayet insanlar nefslerinin zifiri karanlığında kaybolup gitmişlerdir. Bu sebeple İslâm’ın değer verdiği, yükselttiği, aslî hüviyet ve fazîletlerine kavuşturduğu bütün varlıklar gibi, “kadın” da bu çöküşten nasibini almıştır.
İslâm’ın cenneti ayaklarının altına serdiği analar, şeref ve fazilet bakımından göklere çıkardığı meziyetli ve sâliha hanımlar; yerini toplumun ayakları altında ezilmeye yüz tutmuş, iffet, ahlâk ve fazîletten mahrum kalmış zavallı kadınlara terk etmiştir.
Bunun içindir ki, modern hayat, tam bir câhiliye zihniyetidir. Kadını, nefsinin ve toplumun kölesi hâline getirmiş; ona mutluluk yolu olarak kendi evi dışındaki her yeri göstermiştir. Bu hâliyle kadın, parlak sloganların tuzağına ve sömürülmenin kucağına düşmüş, en hassas duyguları, zayıf bedeni, bütün zerâfet ve güzelliği, asâlet ve şerefi hoyratça nâdân ayaklar altında çiğnenmiştir.
Bu yazımızda, günümüzdeki cehâletin derecesiyle karşılaştırmaya imkân vermesi için tarih boyunca çeşitli devirlerde ve toplumlardaki kadınların mevkiine kısaca değinmek istiyoruz:
Araplar’da
Câhiliye Arapları, kız çocuğunu hiç sevmezler, kadının toplum içindeki mevkiinden dolayı kız çocuklarını utanç vesilesi olarak görür ve kendilerinden kurtulmak için onları diri diri toprağa gömerlerdi. Kadınlar, genelde alınıp satılan, hediye edilen, kullanılıp sömürülen varlıklar durumundaydı. Evlilik, bir satış akdi olarak görülürdü. Evlenen kadın, baba hâkimiyetinden çıkar ve koca hâkimiyetine girerdi. Nikah esnasında verilen mehir, kadının değil, velinin (babanın vb.) hakkı idi. Koca istediği sayıda kadınla evlenebilirdi. Kadınlardan istediğini istediği zaman boşayabilir, boşadığı kimseyle de istediği zaman tekrar evlenebilirdi. Kocasının ölümü hâlinde kadın, kocasının mirasçılarının malı olarak telâkki edilir, mirasçılardan kim önce davranırsa, kadının sahibi o olurdu.
Kadınlar, hür kadın ve câriye olarak ikiye ayrılırdı. Her birinin toplumda sahip olduğu bir konumu vardı. Câriye için tabiî görülen bazı şeyler, hür kadına yakıştırılmaz, onlar için utanç sebebi olabilirdi. Câriyeler arasında yaygın olan zinâ, hür kadınlar arasında da nisbeten vardı. Ama evli iken yapılan zinanın cezası, ölümdü.
Araplar kadını hile ve tuzak sahibi, dedikoducu, uğursuz ve intikamcı olarak adlandırırlar ve onların desiselerinden çok çekinirlerdi. Kadınların görüşlerine pek itibar etmezler, onlara danışmazlardı.
Eski Yunan’da
Kadın, aşağılık bir mahluk olarak görülüp her türlü haktan mahrum bırakılmıştır. O, sadece erkeklerin zevk âletidir. Ancak ev işlerinde çalışabilir. Herhangi bir tasarruf hak ve yetkisi yoktur.
Roma’da
Yunan kadınından pek farklı değildir. Âilenin reisi durumunda olan erkek, karısı ve çocukları üzerinde sınırsız bir şekilde, tam bir hak ve hukuk yetkisine sahipti. Hattâ çok defa karısını öldürmeye kadar varan bir salâhiyetin tatbikçisiydi. Onlara istediğini yapabilirdi. Baba istediği kimseleri âilesine aldığı gibi isteğini de kabul etmeyebilirdi. Kızın mülk edinme hakkı yoktu.
O devrin filozoflarından Eflâtun (Platon), kadının elden ele orta malı olarak gezmesini savunmuş, Aristo ise kadını, yaratılışta yarım kalmış bir erkek olarak târif etmiştir.
Eski Hind’de
Eski Hind Hukuku’na göre kadın; miras, evlenme ve diğer muâmelelerde hiçbir hakka sahip değildi. Murdar temâyüllere, zayıf karaktere ve fenâ bir ahlâka sahip olduğundan, Manu kanunu onu, çocukluğunda babasına, gençliğinde kocasına, kocasının vefâtından sonra da oğluna veya kocanın akrabasından bir erkeğe bağlı olmaya mecbur etmiştir.
Kocası ölen kadına diri diri yakılmak veya ölen kocasının evinde bir köle gibi çalışmak düşerdi. Bir daha evlenemezdi. O kadın, tanrıların memnun olması veya yağmur yağması için kurban edilirdi.
Budizm’de
Budizm’in kurucusu Buda, ilk zamanlarda kadını, dinine kabul etmiyordu. Onlardan muhakkak sakınılması gereken varlıklar olarak bahsediyordu. Ancak Anenda’nın ısrarlarıyla bir çok tereddütten sonra kadınları dinine kabul etmeye başlamış, fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu söylemeden edememişti.
Yahudilik’te
Yahudi din adamlarının yorumlarıyla şekillenen Yahudilikte, kadın, genelde menfî olarak değerlendirilmektedir. Yahudi kızları, babalarının evinde bir hizmetçi gibidirler. Baba onları satabilir.
Âdem’i yoldan çıkardığı için lânetli kabul edilen Yahudi kadını, vazifelerini hakkıyla yerine getiremediği için doğum esnasında ölmektedir. Tevrat’ın en büyük tefsiri olan Talmud’da şöyle bir ifade yer almaktadır:
“Üç suç yüzünden kadınlar doğum sırasında ölürler: 1- Aybaşlarına aldırış etmedikleri için, 2- Hamur ayırmada, 3- Sebbat kandilini yakılmasında kusur işledikleri için.”
Aybaşından kurtulan kadının günahına kefaret olarak bazı kurbanlar kesme mecburiyeti vardır. Mazeretli kadının hem kendisi, hem de yediği, yaptığı ve hatta yattığı şeyler de murdar sayılırdı.
Kadın, dînî ibâdet ve âyinlere katılamaz, kendisini Rabbine adayamazdı.
Eski İran’da
Sasânî Devleti’nde kız kardeşle evlenmek câizdi. Hatta bu teşvik edilirdi. Kan hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya değer bir husûsiyetleri yoktu.
Hıristiyanlık’ta
Âdem’e yasak meyveyi yediren ve “aslî suç” denilen günâhı işleten bir yaratıktır. O, günâhın anası, fesat ve fitnenin kaynağıdır. O büyük günah sebebiyle Allâh’ın hükmü hâlâ kadın cinsinin üzerindedir. Suç da hâlâ ortadadır. O kaçınılması imkânsız bir kötülük kaynağıdır. Kadının ruhunu şeytan istilâ etmiştir. Şeytan, erkeğe, Hazret-i Âdem’de olduğu gibi ancak kadın vasıtasıyla yaklaşabilmektedir.
Kadın pis ve çirkin bir şey olarak kabul edildiği için, onunla evlenme de hoş karşılanmaz. Evlenen kişi, artık Allâh’ı ve O’nun melekûtunu düşünemez; sadece karısını düşünür. Bu ise insanı (erkeği) melekût âleminden uzaklaştırır. Bunun için Hıristiyan din adamı olan “ruhban”ların evlenmeleri yasaktır. Temiz ve iyi olan kişi evlenmez. Boşanıp da evlenen kimse ise, zina yapmış olurdu.
İsa’nın doğumundan beş asır sonra yapılan Mokun toplantısında kadınlar hakkında şöyle denilmiştir:
“Mesih’in annesi hâriç (Çünkü o yarı ilâhe durumundadır.) hiçbir kadın cehennem azabından kurtulamaz.”
Evlilik, boşanma vb. medenî hukukla ilgili kanunlarda Ortodoks ve Protestanlar, Katoliklere oranla daha müsâmahalıdırlar.
Avrupa’da
İlk, Orta ve Yeni çağ boyunca bâtıl din ve kültürlerin etkisinde kalan topluluklar; özel olarak Avrupa’da, genel olarak da bütün dünyada kadının ruhu olup olmadığı tartışmışlardı. Din âlimleri ve filozoflar, asırlar boyunca bu konu üzerinde kafa yordular.
Onlar arasında kadının ruhu olduğunu kabul edenler, bu sefer bu ruhun, bir insan mı, yoksa bir hayvan ruhu mu olduğunda ihtilâfa düştüler. Ruhunun, insânî bir ruh olduğunu kabul eden az sayıdaki zümre bile ona, toplumda insanlık haysiyetine yaraşır bir hukuk konulmasına râzı olmadı. Kadın, mutlaka erkeğin altında, belki bir köleden biraz daha üstün, ama kesinlikle alelâde ve zavallı bir varlıktı.
Devam edegelen hayatta ise kadın, cehâlet içine gömülmüş, yiyen, içen, hâmile kalan ve hayvanlar gibi geceli-gündüzlü çalışan, ihmâle uğramış bir varlık konumundaydı. Bunların yanı sıra az sayıda ve varlıklı hayat yaşayan bir tabaka olan derebey ve asilzâdelerin hanımları ise, şatolarda şehvet ve israf vâsıtası olmak dışında bir meziyete sahip değildi. Bu durum, Sanayi İnkılâbı gelip çatıncaya kadar böyle devam etti.
Zina serbestti. Bu tür günahlar fazla önemsenmiyordu, çünkü günah çıkarma mekanizmasıyla kolayca temizlenebiliyorlardı. Krallar ve senyörler, kendi halklarından evlenecek yaşa gelen kızları, birbirlerine bağışlayabiliyor veya satabiliyorlardı.
İngiltere’de kadın murdar bir mahluk sayıldığından İncil’e el süremezdi. Bu vaziyet, ancak kral VIII. Hanry’nin (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdirilebildi. Bu kararla kadınlar artık İncil okuyabileceklerdi.
Modern Sanayi Toplumunda
Sanayi toplumlarında kadın, bilhassa savaş dönemlerinde en az erkek kadar çalıştırılmış, en ağır işlerde çalışması teşvik edilmiş, hâmilelik ve âdet dönemleri gibi bedenen zayıf düştüğü zamanlar yok sayılmıştır. Meselâ 1930’larda Britanya dokuma sanayi işçilerinin % 65’i kadındı. Gücünün kat kat üstündeki işlerde, aylarca çalıştırılan kadınlara, sırf kadın oldukları için, aynı işte çalışan bir erkekten daha az ücret verilmiştir. Bu durum, haklı olarak kadınları isyan ettirmiş ve Batı’da ilk feminizm hareketleri bu sebeple başlamıştır.
İlk kez 1860’da, ABD’de sendikalar, kadınların baskısıyla “eşit işe eşit ücret” talebinde bulundular. Kadının oy verme ve seçilme hakkı, Büyük Britanya’da (İngiltere’de) 1928’de, Fransa’da 1944’te tanındı.
Modern çalışma hayatında, ev hayatı kurma, âile ve çocuk sahibi olma; kadın için bir lüks ve özgürlüğüne engel kabul edilmiştir. Bu düşüncelerle modern hayatın esâretine düşen kadınlar, içlerindeki en tabiî ve fıtrî duygu olan anneliği, iş hayatına fedâ etmişlerdir. Bu durum, neslin devamını tehlikeye soktuğu gibi aile içerisindeki huzur ve dayanışmanın yok olmasına da yol açmıştır. Artık modern batı toplumlarında kadın, erkeği gibi her türlü işte çalışarak onunla eşit olduğunu göstermiş, ama ne yazık ki, kadınlığını kaybetmiştir. Bu yüzden eşler arasında muhabbet ve saygı ile perçinlenmiş mukaddes ve huzurlu âile yuvası, yerini para, zevk ve menfaat ortaklığına bağlı geçici birlikteliklere bırakmıştır.
Ayrıca film, dizi, reklam vb. yollarla erkek ve kadının cinsel duyguları alabildiğine tahrik edilmiş, buna mukabil evlilik müessesesi gözden düşürülmeye çalışılmıştır. Bu da erkek ve kadının ruhunu zehirlemiş, iki cinsi de türlü sapıklıklara yönlendirmiş ve toplumun maddî-mânevî yıkımını hızlandırmıştır.
Kadın; güzellik ve cinselliği ile bir pazarlama unsuru olarak görülmüş, dondurmadan arabaya, jiletten kaleme, motosikletten dergiye, kokudan ayakkabıya her türlü ürünü süsleyen bir aksesuar seviyesine düşürülmüştür.
O, satılması gerek ürünleri câzibesiyle süslediği (!) gibi israf ekonomisinin de öncelikli muhâtabıdır. Kadınların kendilerini gösterme meyline hitap eden kozmetik, giyim, takı vb. ürünler, arkalarına aldıkları moda ve reklam rüzgarıyla iş hayatına dalmış özgür (!) ve zengin (!) kadının cebindeki paraya göz dikmektedir. Böylece kadın, ruhunu paraya çevirip bedenini süslemekte, gençliğini heder edip ihtiyarlığında yalnız kalmakta ve sonuçta iki dünyada da perişan olmaktadır.
YORUMLAR