ŞEHÂDET AŞKI
Yaratılan ilk insanla birlikte hak-bâtıl mücadelesi başlamıştır.
Bir tarafta bâtılın temsilcisi olan şeytan, insanı Hakk’ın yolundan çevirmek için elinden geleni ardına koymamış, onu Cennet’teki mekânından ve Allah indindeki makamından düşürmek için binbir türlü vesvese ve hileye başvurmuştur.
Allâh’ın kendisine kıyamet gününe kadar verdiği ruhsat ile insan ve nesline hasım kesilen Şeytan’a karşı mücadele her devirde olagelmiştir. Onunla mücadelenin bayraktarları olan peygamberler, insanları Allâh’a çağırmış, şeytanın gerçek yüzünü, hile ve tuzaklarını insanlara anlatmış, onları ebedî saadet yurdu olan Cennet’e dâvet etmiştir.
Îman ve küfür arasındaki bu mücadele, sîmalar, aktörler ve sahneler zaman içinde değişse de hiçbir zaman bitmemiştir. Her Firavun’un karşısında bir Mûsâ ve imtihan gereği her Mûsâ’nın karşısında da bir Firavun olagelmiştir.
İnsanlığın en büyük kurtarıcısı ve âhirzaman nebîsi olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devri de benzer bir mücadelenin pek çok misali ile doludur. Peygamber Efendimiz, şeytanın oyuncağı hâline gelmiş bir topluluğa gönderilmiş, onların karşısına hakkı söyleyen “tek bir kişi” olarak çıkmış ve kapkaranlık câhiliye toplumuna, onların bâtıl âdet ve geleneklerine meydan okumuştur.
İnsanlığı sömürme üzerine kurulmuş her bâtıl düzen gibi, câhiliye düzeninin temsilcileri de Peygamber Efendimizin hak dâvâsına cephe almış; O’nun insanları hak, adalet, ahlâk ve takvâya davet eden çağrısına alay, inkâr, boykot, işkence ve zulümle karşılık vermişlerdir.
Allâh’a teslim olmuş o tek insan, Mekke ve civarında kurulmuş zulüm saltanatını sarsmış; içlerinden genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir pek çok insanı Allâh’a îmanla buluşturmuştur. Ancak îmânın tekrar filizlendiği Mekke, müslümanlar için yaşanmaz bir yurt hâline gelince, îman fidanının kökleşeceği Medîne’ye hicret edilmiş ve burada îman fidanı, Arabistan’ı gölgeleyen bir devlet ağacına dönmüştür.
Bu aşamada karşılarında dişli bir rakip olduğunu fark ettikleri müslümanlara karşı, başta bütün güçleriyle hücum eden müşrikler, daha sonraki savaşlarda çevrelerindeki bütün din mensuplarından ve kabilelerden destek almışlardı. Küfür, tek millet olmuş; İslâm’a karşı cephe almıştı.
O günün süper güçlerinin bir araya gelerek müslümanları yok etmek için birleşmesi karşısında Peygamber Efendimiz, müslümanlara “Cennete ulaşma” hedefi olan “şehâdet”i öğretti.
Öyle bir şehadet ki, dünyadaki günahları bağışlatacak bir arınma…
Öyle bir şehadet ki, ölüp gittikten sonra bile dönüp tekrar tekrar şehid olmayı istetecek bir hülyâ…
Öyle bir şehâdet ki, nebîlerin, sıddîkların yanı başında, onların makamına neredeyse eş, mânevî bir rütbe…
Öyle bir şehâdet ki, Allâh’ın rızâsına kavuşturacak en kestirme yol!...
Öyle bir şehadet arzusu ki, varlığı îmanın, yokluğu nifakın işareti…
Ancak şehit olarak ruhunu teslim etmek için şehadete hasretle bir ömür geçirmek gerekir. Şehadeti istemeyen, arzu duymayan, hayalini kurmayan kişi; savaşlara girse de şehitlik makamına eremez.
Savaşa katılıp ölmek değildir, şehadet! Şehadet, Allah rızâsı için yaşayıp O’nun dinini yaşatmak uğruna canını, malını, her şeyini kurban edebilmektir.
Asr-ı saadet dediğimiz, Peygamber Efendimiz ve ashâbının yaşadığı dönem, şehâdete gün sayan insanların yaşadığı dönemdir. Orada kadın-erkek, çoluk-çocuk herkes şehâdete sevdalıdır. Allâh’a kavuşmayı, dünyada durmaya tercih ederler.
Onları, Pers ordusu komutanı Rüstem’e karşı şu sözleri söyleten de bu ruhtur:
“-Ey komutan! Senin ordunda dünyada bir gün daha yaşamak için her şeyini verebilecek askerlerin varken bir an önce Allâh’a kavuşmak için bu savaşa katılan bir orduyla karşı karşıyasın! Böyle bir ordunun karşısında yenilmeye mahkûmsun!”
Müslüman, bu! Allâh’ın yanında olan nîmetlere, bu dünyadaki fâni lezzetlerden daha çok tamah eden… Dünyayı verip âhireti kazanmayı, “en kârlı ticaret” olarak gören…
Müslümanlar bu şehadet ruhunu diri tuttukları müddetçe, canlı oldular, gayretli ve fedakâr oldular. Ne zaman ki, dünya ağır bastı, âhiret ve şehadet terk edildi, işte o zaman zillete düştük. O zaman düşman çizmeleri altında çiğnendi, yurdumuz, mukaddesâtımız…
Müslümanlar, mallarını Allah yolunda infak ede ede, canlarını feda etmenin antrenmanını yaparlar. Zaten mal da, can da özünde Allâh’ın değil midir? Hepsi bize “emaneten” verilmemiş midir? O emâneti, sahibine iâde etmek, hem de onun istediği şekilde teslim etmek; en büyük vazife ve sorumluluk değil midir?
Malını infak eden, canını kurban etmeye hazırdır!
Mal ve canını Allah yolunda feda eden kimseye, Rabbimiz, rızasını ve cennetleri vaad etmektedir. Zaten bir gün vereceğimiz mal ve can ile sonsuz bir hayatı kazanmak varken, fanî dünyanın kölesi olmak niye?
Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyet-i kerimede mü’minleri, “Allah ile alışverişe” davet eder. Allâh’ın verdiği nîmet ve emanetleri, O’nun istediği şekilde kullanarak, Allâh’ın dinine adayarak ebedî bir sermayeye dönüştürme ticaretidir bu…
Malını, Allâh’a borç vermek… Malın gerçek sahibi Allah iken, fakir ve ihtiyaç sahiplerine O’nun rızâsını gözeterek infak ettiğimizde, bizim elimizden alan Allah Teâlâ… O, âdeta kaybolmaz bir kasaya koyarak bizim emanetimizi, âhiret gününde bize teslim edecek… Ne göndermişsek bu dünyadan, yarın onu bulacağız.
Canını, Allâh’a bağışlamak… Ömrünü, vaktini en hayırlı işlerle meşgul edip Müslümanca yaşamak; Müslümanlar için yaşamak… Sonra da vakti geldiğinde Allah için canını seve seve O’nun uğrunda feda edebilmek…
Her şeyin sahibi Allah iken ve her şey dönüp dolaşıp zaten O’na varacak iken; Rabbimiz fazl u ihsânıyla; kullarındaki emanetlerini, sanki onlara aitmiş gibi kabul buyuruyor ve “bir” veren kuluna, verdiğini “ebedî servet hâline” getirip iâde ediyor. Ne yüce bir Rabbimiz var, ne cömert bir Mâbudumuz var!
Bu ölçülerle büyüyen ecdadımız, cihâdı en büyük makam olarak görmüş ve şehadet aşkıyla cepheden cepheye koşmuş.
“-Ölürsek şehid, kalırsak gâzi!” demişler ve küfrün bağrına saplanmışlar.
Onların fethederek İslâm’a açtığı bu topraklar, nice güzellikler barındıran muhteşem medeniyetlerin beşiği olmuş. Geride güzel bir iz, örnek bir geçmiş bırakmışlar.
Bugün bizlere düşen, onların cihad bayrağını kıtadan kıtaya ulaştırmak… İslâm ile insanların arasındaki engelleri kaldırmak… Zaten cihadın gâyesi de bu değil mi?
Rabbimiz, îmanla yoğrulmuş bu yurdu, yine îman nuruyla pâyidar kılsın. Bize kıyamet sabahına kadar küfrün zulümâtını göstermesin. Nice küfür ve zulüm yurdunu, îman nuruna açsın.
Peygamber Efendimizin müjdelediği Roma’nın fethini bizlere nasip etsin. Îlâ-yı kelimetullah uğrunda yaşamayı, bu uğurda huzur-i kalp ile şehid olmayı hepimize nasip etsin.
Biz, Çanakkale’yi küfre mezar yapan bir neslin torunlarıyız!
Biz, dört taraftan tepemize çullanmış yedi düvele meydan okuyan kahraman ve gazi neslin çocuklarıyız.
Biz, iç ve dıştaki hâinlerin her türlü darbe, saldırı ve ihanetine karşı teyakkuz hâlinde ve sınır boyunda bekleyen gözcüleriz.
Şehâdete ayarlı bütün vakitlerimiz… Saatin her tik takı bizi Allâh’a yaklaştırır. Ona kavuşma hasretimiz, her an içimizde bir köz gibi yanıp tutuşur.
Biz, bizden önce geçip gitmiş şehitlere imrenirken her an şehadet nöbeti bekleriz. Yüreğimiz, öncülerin şehadet kervanına takılan bir garip kul olmak için çırpınır durur. Zira en büyük sevdamız, Rabbimize, O’nun en çok râzı olduğu şekilde kavuşmaktan ibarettir.
YORUMLAR