Bir varmış, bir yokmuş.
Bu dünyada gerçekleri, çocuklar kadar iyi anlayan hiç kimse yokmuş. Masallar gerçekleri, gerçekler de masalları anlatınca; büyüklerin işi sayılmayacak kadar çokmuş.
Bir zamanlar, iki hanım arkadaş yaşarmış. Gül bakışlı, oldukça yaşlı bu iki can ciğer dosttan birinin adı Medîne, diğerininki Zemzem’miş. Gençliği, güzelliği, upuzun bir mâziyi beraberce uğurlamış bu iki hanım.
İhtiyarlığa da adım atmışlar beraberce. Ve yine beraberce ihtiyarlamışlar.
Çoluk çocuğu baş göz edip, eri-erkeği yerlerine yerleştirince, birden yapayalnız kalmış Zemzem ile Medine.
İki dost, âhir ömürlerinde yalnızlığı da paylaşmışlar.
Aynı evde beraberce yaşamaya başlamışlar.
Giden yıllar çok şeyler götürmüş ikisinden de. Medine’nin bacakları tutmaz olmuş. Gece gündüz dinlemeden romatizması habire yokluyormuş. Ayağa ne zaman kalksa, canı çok yanıyormuş. Zemzem dinçmiş, kuvvetliymiş. Kendi işlerinin yanında Medine’nin de ihtiyaçlarına bakıyormuş ya... Aklı başında hiç değilmiş. Her şeyi unutur olmuş zamanla. Bir namazda kırk bir kere şaşırıyor, kırk bir kere tekbir alıp kırk bir kere yeniden başlıyormuş.
Birgün; Ramazan ayının arefesinde, öğle vakti Medine yatağında uzanmış uyuyormuş. Mutfaktan gelen bir gürültüyle uyanmış. Şehadet mi getirsin? Besmele mi çeksin? Dilini, dediğini çevirene kadar eli ayağı kesilmiş. Kalbi hızlı hızlı çarpmış, tansiyonu yükselmiş. Ne oldu? Kim o? Rüya mı, gerçek mi, toparlayamadan Zemzem söylenerek içeri girmiş;
“–Seni sümüklünün pistanı! Seni gidi muratsız hey... Bunca işimin arasında bir bu eksikti.”
“–Ne oluyorsun ayol? Ödümü patlattın? Kim var? Kime söyleniyorsun?” demiş Medine.
Zemzem soluk soluğa yatağın kenarına oturmuş:
“–Uyuyor muydun sen? Aaaa sese uyandın? Yüzün bembeyaz olmuş Medine. Su getireyim mi?”
“–Yok su felan istemem. İyiyim.” demiş Medine, ama çarpıntısı geçmemiş.
Zemzem biraz yatışınca anlatmış olanı:
“–Ocağa buğday koymuştum, kabarsın diye. Yarın Muharrem bir, dedim; önceden haşlayayım, ayın onu gelince nevalesini katıp aşure yaparım. Abdest almaya diye gittim. Tangır tungur mutfak peşimden geldi. Anam koştum ne göreyim? Kedi camdan gir, tencereye dal, bir güzel devir, yer gök buğday.” Biraz durmuş :
“–Bu odaya niye geldim ki? He, yer bezini soracaktım. Yer bezi nerde?”
Medine arkadaşının bu haline şaşmış kalmış.
“–Bırak yeri bezi yahu, ne aşuresi Zemzem? Ne buğdayı? Ne bezi? Sen iyice karıştırdın. Muharrem değil ayol, gelen Ramazan, Ramazan!.. Ay bu kadın hepten bunadı. Bana yaşlandın diyorsun, ama benim bacaklarımdan başka derdim yok. Sen göçtün arkadaşım. Aklın fikrin kalmadı.”
Medine böyle söylediği zaman, Zemzem çok kırılıyormuş. Yaptığı hataya mı kızıyor, yoksa unutkanlığına mı, ayıramıyormuş. Çok zaman ne hata yaptığını bile hatırlamıyormuş.
“–Ben sana ne zaman yaşlı dedim ahretlik ? Hiç hatırlamıyorum.”
“–Sen onu bunu boş ver. Diyelim ki, Muharremin biri. Aşure onunda. Ne yapacaktın o buğdayı on gün? Ekşir diye düşünmedin mi? Allah, yâ sabır. Bayat bayat konu komşuya dağıtıp, el âlemin midesini bozacak.” demiş, Medine biraz ileri gitmiş. Zemzemi küstürmüş, kenara çekilmiş.
O gece sahura kalkmışlar. Sofrayı kurmuşlar, oturup yemişler. Ama hiç konuşmamışlar. İmsaka az kala Zemzem helva getirmiş. Arkadaşının ne kadar sevdiğini bildiğinden, günlerdir canı çektiği hâlde bir dilim bile yememiş. Tabağı Medine’nin önüne koymuş.
“–Ramazanlık ayırmıştım seversin diye. Yesene Medine.” Medine’nin kızgınlığı sönmemiş hâlâ.
“–Nasılsa her şeyi unutuyor. Ben şuna bir oyun atayım.” diye içinden geçirmiş.
“–Bıçak getir de keselim Zemzem.” deyip, Zemzem’i mutfağa göndermiş.
O mutfaktan gelene kadar helvanın hepsini yemiş, bitirmiş. Zemzem içeri geldiğinde:
“-–Ahretlik, hani helva?” diye sorduğunda, Medine’nin cevabı hazırmış:
“–Kız yine mi unuttun? Yedik ya...”
Zemzem; arkadaşının kızmakta haklı olduğunu, gün geçtikçe bu hâlinin kötüye gittiğini düşünüp kederlenmiş.
Sofrayı toplamışlar, oruca niyetlenip, namaz kılıp yatmışlar. Sabah olup Zemzem uyandığında, Medine’yi yatağında hüngür hüngür ağlıyorken görmüş :
“–Hayır olsun cancağızım. Bir yerin mi acıyor? Rüya mı gördün? Korktun mu? Ne oldu?”
Gerçekten de bir rüya görmüş Medine. Rüyasında; Otuz Ramazan günü, otuz öğle vakti, otuz tabak helvayı, otuz defa unutarak yediğini görmüş. Otuz defa içi yanmış, otuz defa orucunu hatırlamış, ama otuzunda da harârete dayanamamış. Otuz bardak su içmiş. İçtikçe yanmış, yüreği kabarmış.
Uyanmak üzereyken kulağına seslenmişler:
“–Yazalım, unutulmasın. Unutkan helvacıya, âhir ömründe otuz kaza, otuz da kefaret...”
YORUMLAR