Farz edelim, ağabeyimiz, babamıza ait dükkânın tapusunu, onu kandırıp üzerine geçirmiş. Miras zamanı, bir de bakmışız ki, babamıza ait hiçbir mal yok ve bize mirastan hiçbir şey kalmamış. Ağabeyimiz bizi aldatmış.
Farz edelim, tüccar, üç liralık malı bize on liraya satmış. Tüccar bizi aldatmış.
Farz edelim, emlâkçı birçok problemi olan evi, bize öve öve bitirememiş; biz de ona güvenip satın almışız. Sonradan bir sürü masraf yapmışız, bir sürü zarar etmişiz. Emlâkçı bizi aldatmış.
Farz edelim, çok sevdiğimiz eşimiz, bizi aldatmaz diye gözünün içine baktığımız kişi, dürüstçe işin başında bize gerçeği söylememiş, arkamızdan iş çevirmiş. Kocamız, bizi aldatmış.
Farz edelim, eşimiz bizim maaşımızı beğenmezmiş; bizi yetersiz, kariyersiz bulurmuş, zaten ona göre çirkinmişiz de… Bütün bunlar birleşmiş; iş yerindeki arkadaşı ile kaçıp bizi terk etmiş. Yani karımız bizi aldatmış.
Bütün bu olup bitenlerle maddî-mânevî aldatılmışız ve birçok zarar etmişiz. Zarar etmekle kalmayıp güvenimiz de sarsılmış. Hem de gönlümüz incinmiş.
Farz edelim, yayınevinden Osmanlıca değerli bir eserin tercümesini yapmayı, onların da o eseri yayınlamasını istemişiz. Yayınevi de bize, kibarca teşekkür edip:
“-Efendim, bu eser satılmaz, zarar ederiz, teklifiniz için teşekkür ederiz!” demiş.
Biz üzülüp geri dönmüşüz. Bir de bakmışız ki, aylar sonra, satılmaz dedikleri o eseri bir başka kişiye tercüme ettirip, onuncu baskıyı yapmışlar. Yani eser, gerçekten satılacak kalitede bir esermiş. Yayınevi, teklifimizi çalıp bizi vazgeçirip bir güzel de aldatmış.
Farz edelim, evlâdımız dershaneye gidiyorum deyip evden çıkmış, ama arkadaşları ile Beyoğlu senin, İstiklâl Caddesi benim deyip gezmiş ve bizden aldığı, sözde test kitabı paraları ile bir güzel eğlenmiş. Evlâdımız bizi aldatmış.
Farz edelim, evli olan oğlumuz:
“-Kredi kartı borcumu ödeyemedim, banka evime hacze gelecek!..” deyip bizden binlerce lira almış, hem bunu sık sık yapıp iyi niyetimizi sûistimal edip bizi birçok zarara sokmuş. Kardeşlerinin de hakkını yemiş. Bir de öğrenmişiz ki, kumar oynuyor, kumar borcunu bize ödetiyormuş. Yani koskoca evli-barklı oğlumuz, bizi elinde oynatır, aldatırmış. Ne acı! Oğlumuz bizi sezdirmeden kaç kez aldatmış.
Farz edelim, iki kızımız, bir oğlumuz varmış. Oğlumuz:
“-Evin tapusunu bana verirsen, sana bakarım.” demiş, biz de tapumuzu evlâdımıza vermişiz. Tapuyu alır almaz:
“-Sen benim eşimle geçinemiyorsun, yuvamı dağıtacaksın. Git, sana diğer kardeşlerim baksın!..” deyip ortalıkta bırakıvermiş. Herkese de bizim ne geçimsiz, ne kavgacı, ne edepsiz kadın olduğumuzu anlatıp, gözyaşları içinde eşinin bizden neler çektiğini söylüyormuş. Hem iftiraya uğramışız öz evlâdımız tarafından, hem de aldatılmışız!..
Yukarıdaki hadiseleri tek tek değerlendirsek şöyle mi deriz:
“Aldatan zâlimdir, aldanan mâsum!”,
“Aldatan cin fikirlidir, aldanan iyi niyetli ve saf.”
“«Aldatan, aslında kendini aldatır.» demişler ya, hâdise, gerçekten denildiği gibi midir?”
“Gerçekten ava giden avlanmış mıdır? Adam avlanmış da bütün geyikler, keklikler onun peşinden mi gülmüştür?”
Bütün aldanma, aldatma hâdiselerini böyle mi değerlendirelim? Yoksa içlerinden farklı muâmeleye tâbî olması gerekenler var mıdır? Saplar ve samanlar hep karışsın mı? Duymuştum birisinden:
“-Aldanmak yoktur, güvenmek vardır. Kişiyi, en çok güvendiği aldatır.” diye. Bu doğru mudur gerçekten?
Aldanmak ve aldatılmak hâdisesi, insanlık kadar eski bir hâdise. İnsanın başına gelen ilk musîbet, “şeytan tarafından aldatılma hâdisesi”…
Hazret-i Âdem cenneti yakîn mertebede görmüş, cehennemi yakîn mertebede görmüş, Allâh’ın azametini, kudretini yakîn mertebede görüp şâhid olmuş bir peygamber… Cenâb-ı Hakk’ın, melekleri Hazret-i Âdem’e secde etmeye dâvet etmesi, Hazret-i Âdem’e duyduğu güven, muhabbet ve ona verdiği değerden olduğuna bizzat şâhid olmuş bir peygamber… Kendisine bu kadar güven duyup îtibar veren yüce Rab, Hazret-i Âdem ve zevcesine, özellikle bir ağacın meyvesini yemeyi yasaklıyor. Hükmünde ortağı olmayan yüce Hakk’ın sözünü, Hazret-i Âdem, şeytanın fısıltı ve kandırmacasına uymak sûretiyle âciz, zavallı, lânetlenmiş şeytanın kıyasını dinleyip, yüce otoriteyi dinlemiyor. Bu kadar yakîn mertebede her şeye şâhid olan bir peygamber:
“-Beni şeytan aldattı, hiç suçum yoktu!..” diyebilir mi?
İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebelere sahip olup da, Allâh’ın gücünü, kudretini bildiği hâlde şeytana uymayı, Bakara Sûresi, 145. âyette Cenâb-ı Hak:
“… Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.” şeklinde açıklamaktadır.
O sebeptendir ki, Hazret-i Âdem ve muhterem zevcesi, Allah Teâlâ’ya şöyle duâ ederler:
“Her ikisi de dediler ki: «Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmetmişiz eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan kesinlikle kaybedenler arasına gireriz!»” (el-A’râf, 22-23)
Demek ki, “Aldatan, aldanır.” sözü, her şart ve zeminde geçerli olan bir söz değildir.
Şeytan, gerçekten herkesi aldatır mı? Bu kadar güçlü müdür? İnsanlar onun aldatması karşısında âciz ve çâresiz midirler?
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ...” (el-Hicr, 39-40)
İhlâslı olan kullara, şeytanın bir zarar veremeyeceği, âyetin devamında açıkça bildiriliyor:
“(Allah) şöyle buyurdu: «İşte Bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesnâ.»” (el-Hicr, 41-42)
Biz bilir ve îmân ederiz ki, Cenâb-ı Hak, aslâ yalan söylemez. Söyledikleri haktır. O zaman şeytan, ihlâslı kimseleri aslâ aldatamaz.
* * *
Mîrasta kardeşimizin bizi aldatması, tüccarın bizi aldatması, emlâkçının aldatması bunlar gerçekten “Bizi aldatan, bizden değildir.” hadîs-i şerîfinin hükmüne girer.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yağmurlu bir günün ardından Medîne pazarını kontrol etmeye çıkar. Bir tezgâhın önünde durur ve yağmur yağınca ıslanıp güneşte üstü kuruyan bir mahsul çuvalına elini daldırıp çıkarınca parmakları ıslanır. Bunun üzerine satıcıya:
“-Bu ıslaklık ne?” diye sorar.
Satıcı:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Yağmur ıslattı.” der. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-İnsanların görüp aldanmaması için o ıslak kısmı, çuvalın üstüne çıkarsaydın ya!. Bizi aldatan, bizden değildir.” buyurur. (Müslim, Îmân, 164)
* * *
Sahasında bilgi sahibi olmadığımız bir konuda, otoritenin sözü ile aldanmamız gerçek mânâda aldanmadır. Böylesi bizi aldatanlar, bizden değildir. Hadîs-i şerîfe dikkat ettiğimiz zaman Allah Rasulü’nün bir hareketi çok dikkat çekici; mahsul çuvalına elini daldırıp, ürünün ıslaklığını kontrol etmesi… İşte bu “kontrol etme hâdisesi” de sünnettir. Yani araştırmak, elini daldırıp işin aslını anlamaya çalışmak... Tedbirimizi aldığımız hâlde aldatılmışsak o zaman bu hadîs-i şerîfin muhtevâsı içine gireriz. Ve hemen âyetler imdadımıza yetişir:
“Onlar, Sen’i aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah Sana yeter! O, Sen’i yardımıyla ve mü’minlerle destekledi.” (el-Enfâl, 62)
“Onlar Allâh’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar; oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değildirler.” (el-Bakara, 9)
* * *
Eşimizin bizi aldatması, evlâdımızın bizi aldatması, sevdiklerimizin bizi aldatması, tam da en güvendiğimizden yediğimiz darbe, farklı bir aldatma kısmına girer. “Aldanma yoktur, güvenme vardır.” demek, yetersiz bir ifade…
Bu “güvenme” denilen şey ne ola ki; kişi, kendi nefsine bile güvenmemeli iken, nefis aslâ güvenilmeyi hak etmezken, insan, her işinde “havf” ve “recâ” arasında olup hayata o gözle bakması gerekirken!.. Evlâdımız melek değil, eşimiz de değil; biz de değiliz. Hiç birimiz mükemmel değiliz. Her insan, kendisine dair ipuçlarını bize verir durur zaten... Evlâdımız da verir, eşimiz de verir. Biz biliriz, hepsinin nasıl tabiatta olduklarını, ama kabullenmek istemeyiz.
“Bizim çocuğumuz en doğru, en dürüst çocuk.” diye düşünür; esasında çocuğumuz bizi değil, biz, kendimizi aldatırız.
“-Bizim eşimiz, bize sonsuz sâdıktır.” deriz. İnsanoğlunun içindeki canavarı, yâni nefsi unutarak esasında biz kendimizi aldatırız. Çünkü insan olan herkesin nefsinde “aldatma” potansiyeli vardır. Allah -celle celâlühû- bizden yardımını, ihsânını uzak etmesin. Kişi, kendi nefsine bile güvenmemeli iken, nasıl olur da eşimizin, evlâdımızın, kardeşimizin nefsine güveniriz?
Teğâbün Sûresi, 14 ilâ 15. âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey îmân edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız, sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfât ise, Allâh’ın yanındadır.”
Her hâdise, herkesin başına eşit ihtimalde gelebilir. Biz, Allâh’ın ayrıcalıklı kulu değiliz ve gerçekten böyle bir imtihana tâbî de olabiliriz. Kimse aldatılmayı istemez.
“İstanbul Müftülüğü Fetva İşleri”nde çalışırken bir hanım bana:
“Gül bahçesine iyi bakmadığı için gülünü yabanî otların sardığını”, yani eşinin kendisini aldattığını söylemişti.
“-Kendi ihmallerim de var biliyorum. Nikâhı bende olunca her şeyi bitmiş kabul ettim de eşimi kendimin tapulu malı zannedip kendime pek bir güvenmiştim. Meğer hayatın her ânında korku ve ümit arası bir duygu dünyasında olmak lâzımmış.” demişti telefondaki hanım…
Çok haklı idi, yaşadığı hâdiseyle ilgili düşünmek, olanları nefsini katmadan objektif olarak analiz edip tefekkür etmek, kendisine çok şeyler öğretmişti. Dedikleri çok doğru idi. Ne çok güvenip beni aldatmaz deyip sonsuz bir “recâ” (ümit); ne de hep korkup bu adam beni kesin aldatacak deyip hayatı zehir eden bir “havf” (korku). Hayata “havf” ve “recâ” aralığından bakmalı...
Ve şunu söylemişti, telefondaki hanım:
“-Herkes, herkesi aldatabilir, eşiniz bile… Ama Cenâb-ı Hak, bizi aslâ aldatmaz. Ben şimdi Allâh’a büyük bir îmânla îmân ediyorum. Allah’tan başka dost olduğuna da inanmıyorum. Ne evlât, ne ana-baba, ne eş… Sadece Allah, dosttur.”
Çok ibretli, öğretici bir görüşme yapmıştık kendisi ile, hamdolsun Rabbime... Kur’ân’ın da buyurduğu gibi:
“Siz ne yeryüzünde, ne de gökte (Allâh’ı) âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız.” (el-Ankebût, 22)
“Çünkü onlar, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakîlerin dostudur.” (el-Câsiye, 19)
“Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. O, diriltir de, öldürür de... Size O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (et-Tevbe, 116)
“Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter.” (en-Nisâ, 45)
“Allah O’dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur (hâkim olmuştur). Sizin için O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?” (es-Secde, 4)
* * *
İnsanlar bizi ister aldatsın, ister aldatmasın, işin aslı şu ki, bu tür aldatmalar hiçbir şeydir. Yeter ki, biz dünyaya aldanıp da Allah’tan gâfil olmayalım. Çünkü en büyük tehlike, hem de eşin, evlâdın, kardeşin aldatmasından daha büyük tehlike, kişinin bunlarla oyalanıp da Allah’tan ve O’na kulluktan gâfil olmasıdır.
“Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi, yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bugün onları unutacağız.” (el-A’râf, 51)
“Ey insan!.. Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir?” (el-İnfitâr, 6)
“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allâh’ın vaadi haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.” (Fâtır, 5)
* * *
Dünyaya geliş gâyemiz, Allâh’a kul olmaktır. Evlilik, çocuk sahibi olmak, aslolan gâyemize hizmet içindir. Aslolan gâyemizi unutup da eş, çocuk, mal, mülk, mîras, kardeş vb. meselelerle kısacık ömrümüzü tüketmemiz, en büyük aldanmadan başka bir şey değildir.
İhlâslı olana şeytan dahî yaklaşamıyorsa, bize düşen Cenâb-ı Hakk’a lâyık, ihlâslı bir kul olmak için gayret etmektir. İhlâs, her ne yaparsak yapalım, Allâh’ı görür gibi yapmak, Allâh’ın bizim her işimizden haberdar olduğunu bilmek, yaptığımız her işte de sadece ve sadece Allâh’ın rızasını gözetmektir.
Kişi: “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” yani “Allâh’ım, maksadım Sen’sin; talebim de Sen’in rızandır.” sözünü, hayatına şiâr edinirse, umursar mı dünyevî aldatılmaları… Çünkü o, çok daha yüce bir değere tâliptir. Kendisine bu derece bağlanıp, duâ ederek âşık olanı Allah zâyî eder mi?
“Oysa her kim, iyilik yaparak yüzünü tertemiz (bir şekilde) Allâh’a döndürürse, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Öyle ya, bütün işlerin sonu Allâh’a dayanır.” (Lokmân, 22)
“Göklerin ve yerin gaybını bilmek, yalnızca Allâh’a mahsustur. Her iş, O’na döndürülür. Sen yalnızca O’na ibâdet et ve yalnızca O’na dayan. Rabbin, yaptıklarınızın hiçbirinden gâfil değildir.” (Hûd, 123)
O zaman duâ edelim, bütün yüreğimizle, hem de ömrümüzün her ânında, gâfil olmadan:
“De ki: «Benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm kesinlikle hep o âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.»” (el-En’âm, 162)
YORUMLAR