Bugün, su ve toprak, her zamanki sükûnetinde miydi? Yoksa suyun şırıltısından, toprağın sessizliğinden daha farklı bir şey mi beklenmeliydi? Bunu bilmek için gören göz, işiten kulak olmak gerek. Öyleyse cevap, durup dinleyene, bakıp da görene âşikâr olsun…
Genç adam, kalabalığın, trafiğin, makinelerin gürültüsünden usanmış bir hâlde yürüyordu. “Biraz nefes almaya ihtiyacım var.” diye geçirdi içinden… Sükûnet arıyordu. Uzun zamandır gitmediği göl kıyısı geldi aklına.
“-Şimdi tam zamanı!” dedi ve adımlarını hızlandırdı. Bir süre yürüdükten sonra mekâna vardı. Derin bir nefes aldı. Kalabalıkların sesi silinip gitmişti. Kuş cıvıltıları, ağaçların hışırtısı ve su sesi, onu rahatlattı. “Huzur ve sükûnetin resmini çiz!” deseler, burayı resmederdi muhakkak.
Yürüdü, gölün kıyısına indi ve biraz sonra olacaklardan habersiz bir şekilde yüzüstü yere uzandı. Eline bir çubuk alıp suya dokunmaya başladı. Her dokunuşta halkalar oluşuyor, sonra gözden kayboluyorlardı. Bu oyun öyle hoşuna gitti ki, bir süre daha devam etti. Sonra, genç adam da büyüyüp giden halkaların içinde kaybolup gitti. An çatırdadı. Zaman sebep hükmünü yitirdi. Sıradanlık, yerini farkındalığa bıraktı. Lisân-ı hâl dile geldi.
“-Heeeyy delikanlı. Delikanlııı!”
Genç adam, bir anda irkilip etrafına bakındı.
“-Etrafına bakıp durma öyle. Ben buradayım, yanı başında.”
Genç adam şaşkınlık içinde:
“-Bu imkânsız! Suyun konuştuğu nerede görülmüş!” dedi.
“-Niye imkânsız olsun ki! Hem, ağzının içindeki kemiksiz et parçası konuşuyor da ben niçin konuşamayacakmışım? Su mülkünün sahibi, dilerse beni de konuşturur!”
“-Biri beni bu hayalden çekip alsın. Bugün çok yorulduğum için suyla oynarken rüyaya mı daldım yoksa…”
“-Şuna bak hele! Hâlâ şüphede misin?”
“-Sen… Gerçek misin sen?”
“-Hem de hakikatin ta kendisiyim. Şimdiye kadar gördüğün her şeyden daha gerçeğim.”
“-Aklımı uçurumlara sürme. Bildiğim şeylerden şüpheye düşürme beni!..”
Genç adam biraz düşündükten sonra suyu muhâkeme edercesine bir tavırla sordu:
“-Mâdem ki her şeyden daha gerçeksin, şimdiye kadar niçin konuşmadın benimle?”
“-Hep konuşuyordum aslında seninle.”
“-Ben niye duymadım o hâlde?”
“-Duymak için durup dinlemek lâzım. Bugün onu başardın işte. Dünyada uğruna çırpındığın her şeyi anlamsız bulup buraya geldin. Huzuru aramaya geldin. Sessizliğe büründün ve lisân-ı hâl, dile geldi.”
“-Bütün bunlar çok tuhaf olsa da, seninle konuşmak bana iyi geldi. Meğer arayıp durduğum şey bu tuhaflığın içindeymiş.”
“-Hâlâ tuhaflık deyip duruyorsun. Konuşmayı bırak da dinle sesimi. Dinle ki, aradığın huzuru bulasın. Bütün renkleri unut ki, huzurun rengine bürünesin.”
“-Huzurun rengi var mı ki?”
“-Evet huzurun rengi, benim rengimdir.”
“-Yine bilmediğim lisanla konuşmaya başladın! Aklımı zorlama ki, şuracıkta dîvâne kalmayayım. Renkten bahsediyorsun. Senin ne rengin var, ne de kokun...”
“-Tevâzuun, teslîmiyetin, sabrın rengine büründüm ben. O sebeple de görünürde bir rengim yok, doğru. Mülkümün sahibi, takdir edenim böyle diledi.”
“-Mülkünün sahibi mi? O da kim? Az önce de söyledin bunu...”
“-Su mülkünün sahibi! Tanımıyor musun?”
“-Yoooo, tanımıyorum. Ama anlatırsan, unuttuğum biriyse eğer, belki hatırlarım.”
“-Varlığımın yegâne Mâlik’idir O... Bütün zerrelerim O’nun hükmündedir. Beni bir yağmur tanesi olarak şekillendiren de, toz bulutlarının içinde tonlarca ağırlıkta toplayıp saklayan da mülkümün sahibidir. Düşün bir hele! Bu deryalar kadar suyu, bulutların içinden yeryüzüne bir anda indirseydi ne olurdu?! Her şey sular altında kalırdı.”
“-Şimdiye kadar hiç düşünmemiştim bunu…”
“-Durup dinleseydin yağmurun sesini, sessizliğe bürünüp temâşâ etseydin, bilirdin elbet!”
“Düşünmeye vakit mi vardı sanki… Sınavlar, okul, arkadaşlar…” diye geçirdi içinden.
“-Dilin sussa da kalbin konuşuyor. Sebepler, bahaneler hiç bitmez. İstesem ben de bir sürü bahane sunardım. Meselâ «Kusura bakma derya kardeş, akacak o kadar çok mecrâ, geçilecek öyle engeller vardı ki, sana bir türlü ulaşamadım!» diyebilirdim.”
“-Güldürdün beni!”
“-Seninkiler de bundan farksız.”
“-Neyse senle mücadele edecek gücüm yok zaten. Sen, engel tanımayan, taşı delen bir güce sahipsin.”
“-İşte böyle! Bak, düşünmeye başladın bile. Bana taşı delecek kudreti bahşeden mülkümün sahibidir. Kimi zaman beni latîf bir şebneme çevirir, kimi zaman da coşkun bir sele... Zerrelerime hükmeden, benim sahibim.”
“-Zerreler deyince… Kimya dersinde suyun yanıcı iki hidrojen ve yakıcı bir oksijenin birleşmesiyle oluştuğunu görmüştük. Gerçek mi bu?”
“-Gerçek ya. Terkîbin adı her ne olursa olsun, bu zerreleri birleştiren kim, önce onu okumak lâzım.”
“-Bu okuduğum kitapların hiçbirinde yazmıyor ki.”
“-Senin bildiklerinden başka bu kitap. İsmi, kâinat kitabı…”
“-Nereden bulabilirim bu kitabı. Gidip satın alayım.”
“-Satılmıyor. Durup dinleyene, sanata bakıp ardındaki En Yüce Sanatkâr’ı bulana, ücretsiz veriliyor.”
“-Yine aklımı bir bilinmezin eşiğine getirip bıraktın.”
“-Gölgeye bakıp da Güneş’i görememek, işte bu, insanın en büyük zaafı. İlmi ile zerrelerimi kuşatan ve her şeye gücü yeten Mâlik’im, yanıcı ve yakıcı olanı birleştirip ateşi âb-ı hayata çevirir. O’nun rahmeti olmasaydı, denizler ateş deryasına dönerdi.”
“-Mülkünün sahibi ne yüce bir âlimmiş!”
“-O’nun ilmini yazmak için ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa da buna kifâyet edemez. Her şey tükenir de O’nun ilmi tükenmez.”
“-Çok merak ettim su mülkünün sahibini... O’nu tanımak isterdim.”
“-Tanımak için çıkılan yolun sonu güzelliğe varır. Sen de O’nu bulacaksın, yolun sonunda. Güzelliğe ve izzete kavuşacaksın.”
“-Büyüklerimiz de kendilerine ikram edildiğinde, «Su gibi azîz ol!» derler. İzzetli olmak için senin gibi mi olmak gerek?”
“-Bunun sırrı ismimde gizli.”
“-Sudan başka ismin var mı ki?” (Devam edecek…)
YORUMLAR