Bazı şeylerin belli bir açıklaması yoktur, herkese ve her duruma göre değişirler ve efrâdını câmi, ağyârını mânî bir tarifle izahları mümkünât dahilinde değildir. Sevmek gibi… Hayatımın değişik dönemlerinde değişik sevmek tarifleri içimi titretmiştir. “Sevmek, karşı karşıya oturup birbirinin gözlerine bakmak değil, yan yana oturup aynı yere bakmaktır.” derken kimse beni anlamıyordu. Sevdiğini söyleyenlerin canımı acıtışını bu tarifle açıklıyordum: Sevmiyorsun… Seviyorsan yanına oturup baktığı yere bakarsın gayr-i ihtiyarî; elinde olmadan onun gibi düşünürsün. Seviyorsan anlamaya çalışmak adına empati kurmalısın; derin empati sempatiye dönüşürmüş bazen(!)… Sevmek istediğimiz zaman onun yanına oturup baktığı yere bakmalı, sevmekten korktuğumuz zaman bakışlarımızı çevirip yanından kalkmalıyız o hâlde... “Siz onların dinine girmedikçe…” âyetine telmih var burda benim için.
“Sevmek benzemektir.” derdi içimdeki deli derviş, “Benzediklerimizi severiz, sevdiklerimize benzeriz.” Mutlu evliler, uyumlu çiftler birbirine benzer bir müddet sonra; ahlâken de, fizikî olarak da. Anadolu’da bu o kadar tabiî görülür ki, yeni evlilere “Bakalım kimin sözü geçiyor?” diye bakılır, kim baskın karakterse diğerinin yüzü onu andırır. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” sözü ne denli mânidârdır; kararmak, bir üzüm için tatlanmayı, olgunlaşmayı ifade eder de biz hep kötü arkadaşlıklara örnek zannederiz onu.
“Ya Rab, sevdir bize sevdiklerini, yerdir bize yerdiklerini; yâr et bize erdirdiklerini…”
Üzümleri üzümlere baktırarak karart Rabbimiz! Huyundan ve suyundan nasipleneceğimiz “kır at”ların yanında bulundur bizi!
Bir ara “Sevmek, yüreğinin üstünde bir başkasının yüreğini hissetmektir.” tarifiydi ana dersim. Râbıtâyı öğreniyordum çünkü…
Bir zât-ı muhterem murâkabe yapacağı zaman talebelerini odasından çıkarır. Bir tanesi merakını yenemez, birgün, eğilip anahtar deliğinden bakıverir. Bir de ne görsün, şeyhinin vücudu odayı dolduruyor! Dehşet içersinde odaya dalar. Hocası meramını anlar, “Otur.” der, “Otur ve dizlerini dizlerime daya…” Talebe oturur, yavaşça dizlerini değdirir şeyhinin dizlerine. Bir savruluş! Bir elektrik akımı âdeta… Talebe, kendini duvarın dibinde bulur, o eşsiz, o tarifsiz lezzet dimağında. “Sevmek, bir başkasının yüreğini yüreğinin üstünde hissetmektir.” Herkesin bir şeyle râbıtası var. Murad o ki, yüreğini yüreğinin üstüne koyabileceğin, koyduğun zaman seni arşa yükseltecek biriyle olsun bu râbıta. Sözü bile âşıkların nefesini kesecek şimdi: Bir mürid mürşidinin, hatta Hazreti Peygamber Efendimizin (durup gözlerinizi kapatarak ve derin bir iç çekerek söyleyiniz: Sallallâhu aleyhi ve sellem) mânevî kalbini, kendi manevî kalbinin üzerinde hissetsin, bir an! Varlık mı kalır onda, uçup gitmez mi akıl, yanıp kavrulmaz mı yürek? Sonra nasıl her şey eskisi gibi olabilir, nasıl kaldığı yerden devam eder, olduğu yerde kalır? Bir kere açılınca kapı, artık kapanmaz ki… Ne zaman elini yüreğine götürse kalbini çırpınır bulur. Hani Efendimiz’in adı geçince kalpleri yerinden çıkacak gibi olurmuş da elleriyle bastırırmış sahabîler. Ordan kalmış bize bu salavat getirirken elini kalbine koyma adeti. Bir muhabbet eylemidir yani, hürmetten ziyâde…
“Uğrun uğrun kaş altından bakınca
Can telef ediyor bal acem kızı…”
“Yar!” diye feryad ederek yerlere yıkılıyor aşıklar… Onların gözyaşlarıyla sulanıyor bu gülistan. Bereket ordandır. Bu devr-i sevdâ onların hürmetinedir. Kıyamları ağaçların, secdesi suların… “Onlar ki Allah anılınca kalpleri titrer.”
Bir târif de Kur’ân-ı Kerim’den. Allahu Teâlâ, eşler arasına meveddet ve rahmet koyduğunu söylüyor. (Rum sûresi, 21. âyet-i kerîme) Ve bir duâ öğretiyor Allah kullarına: “Bize göz aydınlığı olacak çocuklar ve eşler ver.” Sevmek, birbirinin göz aydınlığı ve gönül ışığı olmaktır. “Aşk” veya “muhabbet” değil kullanılan kelime dikkat ederseniz, “meveddet”. Yani saygıyla sevmek, dostlukla muhabbet etmek. “Bize evliliğe dönüşen aşklar değil, aşka dönüşen evlilikler ver.” duâsı da toplumun atan nabzından. “Hayat, hayali alt eder” ya çok zaman, buna binâen söylenmiş olmalı.
Maddiyât mâneviyâtımızı öldürmesin, soldurmasın bile. Bizi hizmetle meşgul eyle. Rabbimiz, gözümüz arkada kalmasın. “Yıkılası hânede evlad ü ıyal var!” diyenlerden eyleme… “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!” diyelim, aşkımız alnımızın ışıltısı olsun.
“Sevmek alışmaktır.” tarifi bir yanıyla ülfeti çağrıştırır, ama bir yanıyla âşinâlığın, içli dışlı olup tanımanın, tanıdıkça sevmenin, hayran olmanın, samimiyetin ifadesidir. Dostların yanında susulabilir ancak, konuşma yabancılar içindir. İmâm Rabbânî hazretleri: “Bizim kaş çatmalarımız avâm içindir.” buyurmuş, “yol inceldikçe (yakınlık arttıkça) ceza da artar, mükafat da…” Bu da bir sevmek tarifi. Allah’ın en sevgili kulları en büyük belâlara dûçâr oluyor. Ağır imtihanlara tâbî tutuluyoruz dostum, sis basıyor altı cihetimizi, ne bir iz, ne bir işaret; çöl fırtınası, kar fırtınası!
Erzurumlu Osman Bedreddin hazretleri yedi yıl, yaz-kış demeden her gün bir saat uzaklıktaki hocasına derse gider. Yedinci yıl, bir kış günü tipiye yakalanır. Yolunu şaşırır fırtınada, rüzgar nefesini tıkar, kar bacaklarına yapışır âdetâ. Artık ilerleyemez hâle gelince karın içine diz çöker. Tam bir:
“Hoş sabr-ı cemîlimdir
Takdir ki kefilimdir
Allah ki, vekilimdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler” hâli. Ve bir at kişnemesi duyulur uğultuların arasında, Hızır aleyhisselâmdır gelen. Heybesinde hurma, kırbasında şerbet. Bununla biter bir devresi Hâfız Osman’ın. Çaresizliğin zaferi ya da “Kul sıkışmadıkça Hızır yetişmez” değil bu, hayır; “Arşa değmek istidâdında olanların ayakları altına omuzlarımızı koyarız.” anlayışıdır.
“Sevmek, bir pencereden bakarken yerdeki çamurları değil, gökteki yıldızları görmektir.” Bir insanın varlığına şâhitlik ediyorsun da yıldızlı bir gökyüzü gibi görünüyor sana, seviyorsun! Biri de var ki ağzıyla kuş tutsa “Cânî!” oluyor, sevmiyorsun! İnsanları cümlelerinden okuruz, kimisi “Güzel ama…” diyorsa biliriz, eleştirel bakarlar, kusur görürler. İlâhî muhabbet kaplamamıştır benliklerini. Kimi de var ki, leşe bakar, “Ne güzel dişleri var!” der, biz anlarız, her şeyde bir hayır, bir güzellik bulunur onlar için, “Vâkî olanda hayır vardır.” Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır bu. O Allah ki, köpeğe su içirdi diye bağışlar günahkar kadını. Allah, kullarındaki muhabbet tezâhürlerini asla zâyî etmez.
Kâinât üç harf üzere yaratıldı, demişti mavi gözlü, şahin bakışlı derviş hanım: “Ayın, şın ve kaf.” Aşkın üzerinde vücut bulmuş her şey. Her şeyin özünde aşk var. Burda mânâsını buluyor: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” kelâm-ı nûrânîsi. Sevmenin en karmaşık tarifi bu, en reel: “Sevmek, sevdiğinin sevdiğine tâbî olmaktır. Ki neticesinde sevilen de seveni sever. Sevmek, sevilmeye liyâkat kesbetmektir.”
“Şem’i gör kim yanmayınca yakmadı pervaneyi”
Pervâne deyişime muvâfık düşsün: Üç pervâne yavrusu kendi aralarında ateşi konuşuyorlarmış, “Nedir bu ateş dedikleri?” Birisi cesaretlenmiş: “Ben gidip ne olduğunu öğreneceğim!” gidip mumun etrafında şöyle bir dönüp gelmiş: “Ateş parlak bir şeydir.” Diğer pervane: “Bu yeterli değil, ben daha iyi bir bilgi getireceğim size!” demiş ve muma biraz daha yaklaşarak etrafında dönmüş: “Ateş sıcak bir şeydir.” Üçüncüsü iki bilgiyi de beğenmemiş, o da uçmuş muma doğru, ama alevin tam ortasına girmiş. Öğrenmiş.
Yar için ağyâre minnet ettiğim aybeyleme
Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur
(Fuzûlî)
“Sevgilinin hatırına etrafındakilere minnet ettiğim için beni ayıplama; bahçıvan bir gül için bin dikene hizmet eder.” (Sevmek üzerine konuşuyorsak Fuzûlî’siz olmazdı.)
Bin talebenin içinden bir tanesi olsun salâha erer diye gayrete devam etmek, bir insanın bir güzelliği için bin kusurunu görmezden gelmek… Allah için sevmek, kimseden incinmemeyi sağlar. Cümleden müstağnî olunca gönül kime dayanır ve kimden ümitlenir ve kime kırılır?
“Sevmek cümleden âzâde olmaktır.” (“Cümle”, “herkes” anlamında.) Âzâdelik, özgürlük, hürriyet; bütün dillerde güzeldir: yalnız Allah’a kul olmak.
Mutlak diye hamiş düşmek zorunda kalıyoruz, oysa “mutlak hürriyet, asıl özgürlük” diye bir şey yok, özgürlük var ve diğerleri sadece mecaz! Allah sevilir ve O’nun için her şeye sabredilir. Allah sevilir ve O’nu düşünerek geçer yıllar, bir arpa boyu yol aşmamışım denilir. O’nun için ne yapılsa azdır, ne kadar tanısan o kadar seversin, tadına doyulmaz bir nimettir O’nun muhabbeti. Allah sevilir ve kimseyi görmez gözümüz… “O varsa her şey var, O yoksa hiçbir şey yok.”
Bu yüzden şimdilerde sevmek tarifim şu: “Bu şehrin en tenha yeri kalbimdir şimdi…” (Acıyla söylenmedi bu söz; sevgiyle, coşkuyla, meserretle söylendi.) Tenhâlar halvet yerleridir. Sırt sırta verip yıldızlara bakarak “Allah”tan bahsedersiniz. Bir sahilin tenhalığında, bir kayanın üzerinde; dalgalar koşup gelir kulak misafiri olmaya… Tenhâlık güzeldir. Issızlık öyle değil. Çünkü “ıs” sahip demektir eski Türkçe’mizde, ıssızlık sahipsizliği çağrıştırır bu yüzden. Virâne evler ıssız, boş sokaklar tenhâdır. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, böyle bir şey. Issızsa bir yürek, kimsesiz kalmış demektir. Tenhâysa muhabbete medar olur. Kesretten vahdete ermek, tek ü tenhâ kalmak… Herkes terk etmeden kendi ihtiyarımızla yalnızlığa geçmek. Tecerrüd etmek varlığımızdan, tenhâlaşmak… Kalabalığın tam ortasındaki ıssızlıklarımızı verip bir özge tenhâlık almak ki, orayı “Vedûd” doldurur, “Velî” doldurur; kalbimizdir o küçük boşluk, yalnız O’nunla dolar işte! Azamet ve celâldeki güzellik, kalbi titreyerek bakmak yüzüne, bakınca korkmak, bakmayınca özlemek, görünce çekinmek… Azametin cemâli… Belimi bükerken fânî sevgilerimin ağırlığı, Sen ne hoş bir sevgiyle içime eğiliyorsun Rabbim!
Sübhâne Rabbiyel azim, sübhane Rabbiyel azim, sübhane Rabbiyel azim…
Sevmek, ölene dek, çeşitli vecheleriyle almaya devam edeceğimiz bir derstir.
YORUMLAR