Vaktiyle bir adam vefat etmiş, ecel gömleğini giymişti. Tabutu eller üstünde ebedî istirahatgâhına doğru sessizce yol almaktaydı. Bu durumu gören esrârengiz bir meczup, bir ibret dersi verebilmek maksadıyla etrafındakilere seslenerek şöyle sordu:
“–Bu ölen kimdir ki, ölüm arslanı olan Azrâil, onu hiç beklemediği bir anda kapıvermiş?”
Oradakiler bu suâle, hep bir ağızdan:
“–Ey taşkın meczup! O, tuttuğunu yere deviren, karşısına çıkmaya kimsenin cesâret edemediği, pek güçlü-kuvvetli, pehlivan bir gençti!” dediler.
Meczup, aldığı bu cevap üzerine; bâzı gâfil gönülleri uyandırmak ve kaçınılmaz bir hakîkat olan ölüm gerçeğinin, sînelerde mâkes bulması düşüncesiyle şunları söyleyerek sükûta büründü:
“–O gösterişli ve kuvvetli yiğit, güreşte ustalaşmış ama bugün Azrâil’le güreş tutacağını hayâline dahî getirmemiş, sahip olduğu güç ve kuvvetin kendinde dâimî kalacağını zannetmiş. Lâkin an geldi, ne olduğunu dahî anlayamadan, o güçlü pehlivanı, hiç hayal etmediği bir zamanda Azrâil ansızın yere serdi. Hem öyle bir yere çarptı ki, bütün gücü tükendi, bitti. Tamamen âcizleşti. Düştüğü yerde acziyet içinde kaldı ve o yerden kalkması da artık imkânsız hâle geldi. Fakat o, sâlih bir kul ise, Allâh’a yine de hamd etmesi gerek. Çünkü esrârengiz bir hayata doğacak.”
Hakikaten hayat denilen şey, son nefesle gün gelip bitecek ve insan bütün sevdiklerine bir anda vedâ edecek. Sonra da meçhul bir mezar âleminin garip bir yolcusu olacak. Orada da kim bilir neler neler görecek ve hangi sürprizlerle karşılaşacak?..
Bilinen bir dili olmamasına rağmen ölüm, sessiz ve sözsüz öyle tesirli bir nasihattir ki, rakîk ve hassas gönüllere, en salâhiyetli ağızlardan daha mükemmel bir ibret ve hakîkat tablosu sergiler. Ölümün öğüt vermekteki yüksek belâgati karşısında dünyadan gelen bütün cevaplar, ancak sıcak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır. Bu sebeple Ferîdüddîn Attâr Hazretleri, naklettiği bu hikmetli nüktesinin ardından sözlerini şöyle tamamlar:
“Ey oğul! Bu ölüm girdabına nice arslanlar düşmüştür. Aslında kimsenin de düşmemeye çâresi yok... Sen de bu dünyaya düşmüş ve âhiret âlemine hazırlanmamışsan, daha bu dünyadayken gerçekten ölmüşsün demektir. Yani gözünü ve kalbini gaflet bürümüş, canlı bir cenâze hâline gelmişsin demektir.
Bu âlemdeki nefsânî arzular sana hoş geldiği için, nefsinin esiri olup dünya denen bu imtihan âleminde perişan oldun. Nefsine râm olup bu kadar ilâhî azamet tecellîleri karşısında alık ve abus kaldın. Neticesinde nefsânî arzuların girdabında helâk oldun. Fakat ne bu diyara sahip olabildin, ne de onu satın alabildin. İyisi mi bu dünyanın fânîliğini idrâk et, nefsinle değil, gönlünle düşün; aklını gönlünün içine al ve burayı hiç görmediğini farz et!
Aklı başında ve gönlü olan bir adam, bu fânîlik hanına, bu bir müddetlik âleme gelmek istemez bile... Bilmiş ol ki bu âlem, ancak bir misafirhânedir. Öyleyse bu âleme neden gönül bağlarsın ki?! Gerçek âlem, esas gideceğin âlemdir. Zaten sen, oraya âitsin, oraya âit olduğunu unutma!..”
Değil mi ki dünya hayatı; ister mutantan saraylarda, isterse bir kulübede saman üzerinde yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Tarih şâhittir ki, bu toprak, büyük-küçük, zengin-fakir, köle-sultan bütün insanların önce meskeni, sonra da kabri olmuştur.
Cenâb-ı Hak, bu fânî dünya hayatını, müşteriyi aldatmak için allanıp pullanan, câzip şekillerde sunulan, alındıktan sonra da hiçbir değeri olmadığı anlaşılan bir mala benzetmiş ve “aldatıcı bir metâ” (bkz. Âl-i İmrân, 185) ifâdesiyle târif buyurmuştur.
Hâl böyleyken, dünya hayatına bağlanıp kalmak, ummânı zerreye değişmek gafleti niye? Sonsuz âhiret yurdunu görmezden gelip, bugüne kadar kimseye yâr olmamış olan dünyada karar kılmak niye?
Zira dünya denilen fânî hayat, bir serap gibi parıldayıp kaybolur; bir bulut gibi kayıp gider. Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri, bizlere dünyanın hakîkatini ne güzel anlatmaktadır:
“Dünyanın câzibesi Cennet gibi güzel, fakat kandırma ve aldatması, Cehennem gibi yakıcı… Şekil ve renk bakımından gül yanaklı bir dilber, fakat içi zehirle dolu bir yılan.
Ey gâfil ve nâdan kişiler, bu makyajlı gül yanaklıdan sakının! Onunla ülfetin sonunda cehennem olduğunu unutmayın! Bu dünyanın câzibesi ve zevkleri, içine girip tatmadan, yudumlamadan evvel pek çekicidir. Uzaktan, tatlı bir akarsu gibi, göze ve gönle hoş görünür; fakat yaklaştığında onun aldatıcı bir serap olduğunu anlarsın.
O çok ihtiyar bir acûze gibidir. Fakat makyaj ve cilveleriyle kendisini yeni gelin gibi gösterir. Sen kendine gel de, yüzündeki allığa, kırmızı boyaya aldanma, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma!
Dünyanın yemi meydandadır da, tuzağı gizlidir. Önce onun sana nîmet verişi hoş görünür, ama sonu öyle değildir.
Ey dünyanın maddî nîmetleri peşinde koşan tâlip! Dünya nîmetlerine ulaştın, ona kavuştun mu? Yazıklar olsun, eyvahlar olsun sana! Bil ki bu nîmetlerin sonunda hep pişmanlık ve azap vardır. Heyhat, o son nefesteki pişmanlık neye yarar?!”
“Unutma ki, senin iç dünyan bir misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlara sabredebilirsen, bil ki onlar senin için sevinç ve neş’e kaynağı olurlar. Seni Hakk’a yaklaştırırlar.”
Şâir ne güzel söyler:
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir,
Hiç mukîm âdem bulunmaz bir acîb kâşânedir.
Bir kefendir âkıbet sermâyesi şâh u gedâ,
Pes buna mağrûr olan mecnun değil de yâ nedir?
Dünya böylesine aldatıcı, ölüm de kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, aklını vahyin istikametinde kullanabilen bir kimse hayatını boşa harcamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz r, bir hadîs-i şerîflerinde, “Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapan” kimseyi mü’minlerin en akıllısı olarak zikretmiştir. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Bir diğer hadîs-i şerîfte de Efendimiz r şöyle buyurmuştur:
“Dünyada tıpkı bir garip, hattâ bir yolcu gibi davran!” (Buhârî, Rikak, 3)
Peygamber Efendimiz r’in, dünyada kendini bir garip, hattâ bir yolcu gibi saymasını tavsiye ettiği sahâbî, kayınbiraderi olan Abdullah İbn-i Ömer v’dır. Efendimiz bu ifâdeleriyle, çok sevdiği sahâbîsine sanki şöyle demektedir:
“Nasıl ki, öz vatanından, sevdiği âile ocağından ayrı düşmüş bir kimsenin aklı-fikri dâimâ öz yurdunda ve sevdiklerinde olursa; sen de bu dünyada kendini bir garip say ve asıl yurdun olan âhireti düşün! O, nîmetleri bitip tükenmeyen, çiçekleri hiçbir zaman solmayan diyârı düşün!
Hattâ kendini garip saymak da yeterli değil. Zira yuvasından ayrı düşen bir kimse, belki bir süre kalacağı gurbet diyarına gönül bağlayabilir. Lâkin vefâsız dünyaya gönül bağlamak aslâ doğru değil. En iyisi sen kendini bir yolcu say! Uzun bir seyahate çıkıp da, aklı-fikri varacağı menzilde olan bir yolcu gibi davran. Zira böyle bir yolcu, uğradığı yerlerdeki güzelliklere gönül bağlayıp kalmaz. Aşacağı sarp dağları, geçeceği engin vâdileri ve oralarda kendisini bekleyen tehlikeleri hatırlayıp ürperir. Hiçbir yerde durmadan yoluna devam eder. İşte sen de böyle bir yolcu olduğunu düşün!
Bir de şunu unutma! Vatana döndüğün zaman, melekler senin amellerine bakacaklar. Bakalım bize ne getirmiş diyecekler. Bu gerçeği düşünerek, aslî vatanın olan âhirete eli boş dönmemeye çalış!”
Dâimâ hatırlamak gerekir ki, bir kul, nefis sultasında sırf dünyaya îmân etmiş gibi yaşarsa, kabir ona Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak değil, sadece karanlık bir dehliz olarak görülür. Ölümün dehşeti hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar. Gönülden sevip bağlandığı dünya da, kendisine sırtını döner ve onu hemen unutur. Nitekim üzerimizdeki güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabelerinin üzerine haşmetle doğan aynı güneştir.
Mevlânâ Hazretleri şu sözlerle dünyanın vefâsızlığını ne güzel ifâde etmektedir:
“Can verme gününde, vefâsız dünya insandan elini-ayağını çekiverir, gider. Bu sebeple toprağa; «aldanma yurdu» adı verilmiştir.
(Kuvvetli ve sıhhatli zamanında) elinde olan maddî imkânlar, seni hayata bağlardı da, o zaman; «(Senin yerine) ben dertlenirim!» derler; sağa sola koşarlardı. Şimdi, sen can vermek üzere iken onlar nereye gitti; onlar seninle dertlendi mi? Ne gezer!
Dertlere düştüğün, gamlandığın zamanlarda; «Gam, zahmet senden uzak olsun; gamla aranda on dağ olsun!» derdi.
Zahmet ordusu, gam-elem askeri yani, öldürücü hastalıklar gelip çatınca, vefâsız dostun ağzını kapattı; nefes bile almıyor! Seni tanımamazlıktan geliyor, sana; «Seni bir yerde görmüştüm!» bile demiyor! Yani râm olduğun dünya, sana yâr olmuyor.”
İşte kul, bu hakîkatlerin şuur ve idrâki içinde hayatını kulluğun gerektirdiği edep, hassâsiyet ve güzellikte yaşamışsa o zaman ölüm, kişiye hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir şartı olarak gelir. Böylece ekserî insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A‘lâ”ya, yani “En Yüce Dost”a kavuşma heyecanına dönüşür.
Velhâsıl bir mü’min, Rasûlullah r Efendimiz’in müstesnâ gönül dokusundan hisseler alarak; ibâdetlerinde rûhâniyet, muâmelâtında zarâfet, ahlâkında nezâket, gönül âleminde letâfet, lisanında selâset, duygularında incelik bulunmasına gayret göstermeli; son nefesinin de bir “şeb-i arûs” hâlinde tecellî etmesinin azmi içerisinde olmalıdır.
Zira âhiret saâdetine kavuşmak için îmân ile ölmek; îmân ile ölmek için de müslümanca yaşamak gerek…
Cenâb-ı Hak, kâinâtı ilâhî muhabbet ve mârifet nazarıyla temâşâ edebilmeyi, gözlerden akan haşyet ve nedâmet şebnemleriyle gufrân iklimlerine ulaşmayı ve “ölmeden evvel ölünüz” sırrına ererek hakîkat âlemine uyanmayı nasîb eylesin...
Âmîn!..
YORUMLAR