Sadece okulla kalsa mesele, belki de çekilir. Fakat hayır, böyle olmadı. Okuldaki öğretim görevlilerinin yanı sıra, sırf bu yeni örtünme şeklim sebebiyle, yakınlarım da beni dışladı.
Genç bir kızdım. Koca bir şehirde yalnızdım ve başıma tatsız olaylar gelmişti. İnsanlar terbiyesiz, ahlâksız ve fütursuzdu. Yaşadıklarım beni, daha fazla gizlenmem gerektiğine inandırdı.
Biricik amacım, başıma gelenlerden daha beter bir durum yaşamamak ve birilerinin, benden ötürü günaha girmesine mâni olmaktı. Oysa sırf bu tercihim sebebiyle, annemden bile olmadık laflar işittim.
Canlarım benim... İnanabilselerdi iyi niyetime, böyle yaparlar mıydı hiç? Ben onların bir tanecik kızıydım. Babam çok edepli ve temiz bir adamdı ve birilerinin kızına ya da hanımına, ömrü boyunca tek bir laf atmışlığı yoktu. Bu sebeple, başıma gelenleri anlayamadı. Annem gençliğinde hiç, benim yaşadığım tarzda imtihanlar yaşamamıştı ve:
“–Bana niye kimse bakmadı, bana niye kimse lâf atmadı!..” diyerek, hâlimi anlamadığına dâir işâretler verdi.
“Dul kadın gibi giyinmek”le, “bir öcüye benzemek”le ve daha birçok tuhaflıkla itham edildim. Okuldakiler ve evdekiler beni, alışveriş yaparken karşılaştığım o çocuk kadar tebessümle karşılayabilselerdi, her şey bambaşka olurdu:
Küçük çocuk bana bakıp:
“–Niye yüzünü örtüyorsun?” diye sormuştu. Ona:
“–Çünkü böyle daha mutlu hissediyorum.” dediğimde:
“–Yaa, tamam o zaman!..” diyerek, tatlı bir gülücükle karşılamıştı.
Evet, mesele buydu aslında… Bu benim tercihimdi ve böyle mutluydum. Kimseye karşı değildim. Bu tavrım, inat da değildi. Sadece kendimden yanaydım ve ayıp bir şey de yapmıyordum.
İnsan, diyorum, iyi niyetinden ötürü bunca asılıp kesilirse, acep, kusurundan ötürü ne edilir ki?
Hayır, hayır, sordum; ama, merak etmiyorum aslında… Öylesine sordum. Zîrâ, yarın bir gün:
“–İşte biz kusurundan ötürü insanı böyle ederiz!” demesini istemem Rabbimin… Kusurlarımı bugüne kadar yaptığı gibi, bu günden sonra da örtmesini dilerim.
Bu durumda, yani kendi âileme dahî anlatamamışken bir zamanlar derdimi, şimdi, birileri başımdaki örtünün sebebini kavrayamamış; mânâsından geçtim, daha ismini bile öğrenememişlerse, inanın çok fazla yadırgamıyorum.
Bu arada, nedir örtümün adı: Başörtüsü!.. Türban değil…
* * *
Okuldan mezun olduğumda, “Allah kurtardı.” dedim ve üniversiteye devam etmekte olan bütün tesettürlü genç kızlar için, yıllarca aynı duâda bulundum:
“–Allah kurtarsın!..”
Açıkçası, şimdiki duâm daha farklı:
“–Allah düşürmesin!”
Çünkü bugünkü hâliyle üniversiteye girmek, bir nevî “iki araya, bir dereye” düşmektir. Sadece bundan on beş yıl önce, kendi okuduğum üniversitenin bahçe manzaralarını hatırladığımda bile, haklı olduğumu derinden hissediyorum. Tarih hocamız, o manzarayı bir gün derste şöylece özetlemiş ve beni çok şaşırtmıştı: “Nisan-Mayıs ayları, gevşer gönül yayları, bahçeler bağlar bekler, bayanlarla bayları…”
Hemen şimdi aklıma; “Bir hilâl uğruna yâ Râb, ne güneşler batıyor.” mısrası geliverdi. Yalnız ufacık bir farkla; “Etiket uğruna yâ Râb, ne güneşler batıyor!”
İlâhî, aklım da pek bir âlem…
* * *
Döneyim kendime… Yeni kılığımla, yani, sadece alnımın bir kısmı ve buruncuğum ortadayken, rahat ettim mi? Hayır. Bir gün, böyle örtünmüş okula giderken, yanımdan geçen iki adamın terbiyesizce:
“–Kim bilir içinde neler var?!” diyerek lâf attığını duyduğumda, elbette târifsiz bir rahatsızlık kapladı her yanımı… O vakit:
“–Yâ Rabbi, ben daha ne kadar örtünebilirim? Bunlar hasta… Sen bu hasta kullarına şifa ver.” diyebilmiştim.
Birkaç sene sonra, onların merakını bu derece güçlendirecek bir örtünmenin de çok doğru olmadığına yattı gönlüm.
Demem o ki, tesettürün gerekliliğini ve ne şekilde olması gerektiğini, âyet ya da hadislerle emredildiğini daha bilmezken, Allah bana, çevremdeki yabancı insanların lâfları ve edepsizlikleriyle anlattı. O an ağır, yıpratıcı ve küçük düşürücü gelmiş de olsa, netice itibarıyla yaşadıklarım beni olgunlaştırmıştır. Bilmeden beni eğiten o yabancıları da, sırf bundan ötürü severim. Umarım, her biri, hayırlar içinde bulunuyorlardır.
Çok değil, iki yıl kadar sonra, öğretmenlik mesleğine böyle pür tesettür başladığımda, pek idealisttim. Aldığım paranın hakkını verecektim. Deli gibi çalıştım. İkinci yıl geldiğinde, bir gözlük bahâne oldu, peçemi açtım. Ardından, beyaz önlükle derslere girmeye başladım. Müfettişler geldiğinde âdî bir suçlu gibi yemekhâneye kaçıştım. Üniversitede verdiğimiz saçma sapan savunmalar yetmemiş gibi, bir de öğretmenlik yaparken, bunları yaşamak çok ağır geldi. Bir yandan, borçlarımız vardı ve paraya da ne çok muhtaçtım?!
Sırf kendim olarak kalabilmek ve inançlarımı huzur içinde yaşayabilmek adına istifa ettiğimde, kırık, yorgun ve sinirleri bozuk biriydim. Üstelik artık, önceki iyi niyetimi kaybetmiş, aldığım paranın hakkını vermek şöyle dursun, “Zaten ne alıyorum ki?” der olmuştum. Kabuğum da, özüm de zaafa uğramış, ibadetlerim iyice aksar hâle gelmişti.
Bu hâldeyken istifamı vermek sûretiyle, kendi çapımda öğretmenlikten ev hanımlığına hicret ettim. Durum bu minvaldeyken dahî, başını açarak devam etmeyi fedâkârlık değil, “tâviz” olarak görüyorum. Her tâviz, yeni bir tâvizin dâvetçisi… Bunun da ötesinde, insanın vicdânını ve kalbini yaralayan bir bıçak gibi… İnsan, kendine ters düşerek nasıl hizmet edebilir? Bizim dönemimizde, tıp fakültesinde okumakta olan bazı arkadaşlarımı hatırlıyorum şimdi. Nasılsınız diye sorduğumda:
“–Geleceğimizi hazırlıyoruz işte... Geleceğimiz kaldıysa tabiî!..”diyerek, pek kederli bir yüzle cevap vermişlerdi.
Tâviz, gücünü alır insanın... Fedâkârlık ise, gücüne güç katar. Dünyanın bir sahibi var. Ve benden istediği, dünyaya değil, kendisine kul olmam… Dünyayı kurtaracak olan da, batıracak olan da O… O hâlde ben, üzerime düşeni yapmalı ve emre mutî olmaya çalışmalıydım. Ne zaman ki, her ay almakta olduğum öğretmen maaşını bir kenara itip istifa etmek nasip oldu, rızık kapılarım da, huzur kapılarım da, hizmet kapılarım da ondan sonra açıldı. Allah, bütün kapıları elinde bulundurandır. Sanki şunu duydum: “Sen bir emrim için bir kapıdan geçtin ya, işte al kulum, dilediğinden gir, işte sana bin kapı…”
Bugün, yıllardır başını örten, fakat şuurlu olarak örtünmeye başlaması üniversite yıllarında nasip olan, biriyim. Şuurlandıktan sonra dayatmayla iş yapmadım. Zaten, başımı örtmemle ilgili babacığımın iyi niyetli çıkışları dışında bir zorlamayla ömrümce hiç karşılaşmadım. Biricik dayatma, inançlarıma karşı çıkan, görüntümü ve dünya görüşümü hazmedemeyen, dar görüşlü birtakım insanlardan geldi. İşin tuhaf tarafı, o zavallıcıklar dahî, sanırım kendilerince iyi niyetliler ki, yaptıklarının adını “aydınlığa çıkarmak” koyuyorlar. Yani onlara göre, bir kadın başını açarsa, tüm prangalardan kurtulur.
Yaşadıklarımla, bir hanım için örtünmekten daha hayırlı bir tercihin olamayacağını kavramış bulunuyorum. Üstelik zaman içerisinde, bu hususta âyetle sâbit bir emir bulunduğunu, hadîslerin de âyetle paralel mesajlar verdiğini, yani inanan bir Müslüman hanımın, örtünmeyi Allâh’ın bir emri olarak kabul edip uymaya çalışması gerektiğini öğrendim. Dolayısıyla, “Atın başınızdaki örtüleri!” diye feryat-figan dolananların hâlini tuhaf buluyor ve umursamıyorum.
Sadece bedenimi örtebildiğim, sadece bu hususta vicdanım rahat olduğu için, “sütten çıkmış bir ak kaşık” mıyım, hayır, değilim. Toparlamam, düzeltmem, tevbe etmem gereken nice hâllerim var. İnsanım. Ve bu “Namuslu, iffetli, zararsız, emre mutî bir kul olmaya çalışıyorum.” demektir.
Başımdaki örtüyle uğraşmaktan bıkmamış olanlara diyecek sözüm şudur: “Evet, o bir bez parçası olmanın ötesindedir. Evet, o bir simgedir! Her âyeti tastamam yaşayamasam da, tesettürle ilgili emri dikkate aldığımın bir simgesidir! Nefsimle her hususta savaşmakta olup, bazen zaferler, bazen yenilgiler yaşasam da, bu bez parçası benim, Allâh’ın rızası yolunda yürüyen bir karınca olduğumu haykırmamdır! Tam teslîm, sekînete ermiş biri değilsem de, hâl diliyle, «Ben Müslüman bir hanım olmaya çalışıyorum.» deyişimin simgesidir!
Evet! Var mı îtirazı olan!? Başörtüm bir simgedir! Ama birilerinin sandığı gibi bir çıkarın, bir dünyalığın, bir kavganın değil; bir inancın, bir tercihin, bir vicdanın simgesidir! Beğenin veya beğenmeyin, kendi öz tercihimdir, başımdadır ve Allah ayırmasın, hep başımda taç olarak kalacaktır!”
Başlarını açanlara diyecek bir sözüm yok… Zîrâ onlar arasında, hâlleri, ibâdetleri, güzel gönülleri ile beni beşe katlayacaklar çoktur. Lâkin her hayra muhtaç olduğumuz bir zamanda, hangi emrin bir ucuna tutunup da itaatkâr olabiliyorsak, o kadar iyidir. Dilerim, onların görünen eksiklerini, benim de görünmeyen eksiklerimi, Rabbim katından bir lutufla tamama erdirsin.
Artık, dışarı çıktığımda, herkesin bana baktığını sanmıyorum. İnsanların hâlâ kendi dertleri, sevinçleri var ve açıkçası, başımı örtmem ya da açmam, kimsenin hayatını etkilemiyor.
“Başörtülerinizi açın, özgürleşin!” safsatalarıyla çocuk kandırmaya çalışan birkaç kişi, varlığımı hazmedememişse, bu da onların kendi meselesi... Yine de bir Müslüman olarak, bundan kayıtsız kalmıyor, onların “kabızlıkları” için, Hak katından âcil şifalar diliyorum…
Vesselâm…
YORUMLAR