İsraf, en genel mânâsıyla kişinin gereğinden fazla harcama yapması demektir. Müsrif ise, bu ölçüsüz harcamayı yapan kişidir.
Hayatımıza bir nizam kazandıran İslâm, harcama ve tüketimimizin de ölçülerini belirlemiştir. Bu ölçü, Kur’ân-ı Kerîm’in beyanında:
“…Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Allah, israf edenleri sevmez.” (el-A’râf, 31) âyeti ile ortaya konulmuştur.
İslâm’ın emir ve yasaklar silsilesi içerisinde bir dengeyi gözettiğini görmekteyiz. Bu denge bize, neyi, nasıl, nerede ve niçin tüketmemiz gerektiğini öğretir.
Çok eski devirlerden beri insanlar arasında devam eden faiz sistemi, aslında “para ile para kazanma anlayışı”dır. Bu faiz işleyişinin, sanayileşme ve bunun neticesinde bankaların kurulmasıyla bir dünya nizamına dönüşmesi Kapitalizm’i doğurmuştur. Kapitalizmin büyüyüp gelişmesi için üretim ve tüketimin devamlı artması gerekmektedir. İnsan ihtiyacı olsa da, olmasa da “daha fazla üretmeli” ve “daha fazla tüketmeli”dir.
Bu sebeple üretim ve tüketimin gâyesi değişmiş, yaşamak için tüketmek yerine üretmek ve tüketmek için yaşamak gâye hâline gelmiştir. Bunun neticesinde de temel ihtiyaçlardan çok, “ihtiyaçmış gibi zannedilen şeyler” peşinde ömür tüketilir olmuştur.
* * *
Müslüman’ın para ile münâsebeti, bir gâyeden ziyade “vâsıta” şeklindedir. Rabbimiz mü’minin helâl yollardan kazanmasını ve bu kazandığını da kendisi, âilesi ve ihtiyaç alanlarında değerlendirmesini ister. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde infâka teşvik eden âyetler dikkatimizi çekmektedir. Hattâ infak o kadar önemlidir ki, namazı emreden ayetlerin pek çoğunun akabinde infak emri gelir. İslâm’ın ekonomik boyutunu yakından ilgilendiren “zekât” müessesesi de bu infak emrinin tabiî bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
* * *
Kuralları, İslâmî değerler esas alınmadan ortaya konulan günümüz dünyasının değer anlayışları, aslında genel mânâda insânî ve ahlâkî ölçülere bile uygun değildir. Bugün ülkemizde başta bankacılık, sigorta ve kasko sistemi, bankaların verdiği kredi mantığı, ticaretle ilgili kurallar, neredeyse tamamen ithal bir şekilde toplumumuzda işletilir hâle gelmiştir.
Sosyal hayatı düzenleyen kurallar, geleneksel olarak geçmişimizden bize intikal etse de günümüz dünyasında “hızlı iletişim” ve bunun neticesinde “yoğun etkileşim” birçok kuralın geçerliliğinin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Başka bir ifadeyle, eskiden olduğu gibi ülke sınırları aşılmaz bir duvar değil, kültürel mânâda âdeta harita üzerinde kalmış bir çizgiden ibaret hâle gelmiştir. Şimdi her türlü tesire açık cihazlar aracılığıyla, toplumlar ve medeniyetler arasında yoğun bir kültür alışverişi gerçekleşmekte ve toplumların sosyolojik yapısının değişmesi öyle uzun yıllar almamaktadır. Hâkim kültür veya ekonomik-siyâsî açıdan baskın toplumlar, hemen kendilerine tâbî toplum ve kültürler oluşturmaktadırlar.
Bu tesir bombardımanında “para”nın, yani “kapital”in kimin elinde olduğu, belirleyici bir faktör olmuştur. Nasreddin Hoca’nın ifadesiyle, para kimdeyse, onun düdüğü ötmektedir. Bugün dünyayı idare eden ülkelerin “bilgi” ve “para”ya hâkimiyeti inkâr edilemez bir gerçektir.
Doğu’nun irfânı ile Batı’nın akla dayanan bilgisi arasında sıkışıp kalan bizim gibi toplumlar, kendi geçmişine de sırtını dönmüşse, ne olduğu belli olmayan bir kültür karmaşası içinde varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Ki bu da netice itibariyle kötü bir taklit ve büyük bir yıkımdan başka bir şey getirmez. Bugün doğu toplumları olarak tarif edebileceğimiz; Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ülkelerinin hep zayıf kalmaya mecbur edilmelerinin altında, bir özden koparılma ve bir sömürü düzenine maruz bırakılma durumunu görmekteyiz.
Ülkemize baktığımızda özellikle Osmanlı’nın “zayıflama” ve Türkiye Cumhuriyeti olarak “dönüşme” sürecinde, toplumumuzun genetiğini değiştiren birçok faaliyete rastlarız. Bu değişim, zihnî mânâda olduğu gibi, hayat tarzının değişimi olarak da karşımıza çıkar. Bizim gibi toplumlar, öz değerleri ile buluşmasına engel olunan toplumlardır.
Bu tahrifat, kavramların değiştirilmesi ile başlamıştır. Bizim önce âlimimiz vardı. Şimdi bilim adamı veya bilgin oldu. Bizim irfanımız vardı, şimdi o irfan gitti, yerine sığ bilgiler, kuru metinler geldi. Bizim münevverlerimiz vardı; onlar gitti, aydın veya entelektüeller geldi. Bizim muallimlerimiz vardı; onlar gitti, yerine sadece bilgiyi aktaran öğretmenlerimiz geldi.
Bu şekilde birçok alanda kendinden uzaklaştırılan bir toplumda, tüketimin de istikameti ve gayesi değişti. Bu, kaçınılmaz bir durum oldu aslında... Öyle ki birimize her ne lâzım ise o, ihtiyacımızdan dolayı değil, bir mânâda sosyal alanlarda varolma ve kabul görme aracımız olarak telâkkî edilir oldu.
Yukarıdan beri çizmeye gayret ettiğimiz sosyolojik birtakım tablolardan da anlaşılacağı üzere, bu tesirlerin ortaya çıkardığı insan tipinin birçok alanda hata yapması kaçınılmaz hâle geldi.
* * *
Kapitalizmin temeli, tüketim üzerine kuruludur. O, “en iyi insan, en çok tüketen insandır” anlayışını taşır. “Az tüketen, ölçülü tüketen”, yani “kanaat sahibi insan tipi” kapitalizmin işine gelmez.
Günümüz toplum anlayışını oluşturan kapitalizmde tüketim, gösteriş üzerine kuruludur. O yüzden marka önemlidir. Ne giydiğin değil, nereden giydiğin önemlidir. Ne yediğin değil, hangi lüks cafede yediğin önemlidir. Yahut senin ihtiyacını gidermesinden ziyade, insanların içinde sana statü kazandıracak unsurlara sahip olman önemlidir. Hâl böyle olunca her gün yeni “putlaşan markalar”, yeni “idol hayat tarzları” toplum huzuruna kasteden mayınlı tuzaklardır aslında…
Maalesef bu gün “marka hastalığı” bir mânâda herkesin kendi üzerinde taşıdığı putçuklarıdır; eğer ki bunu bir gâye hâline getirmişse… Şüphesiz Müslüman en iyisine, en güzeline tâlip olmalıdır. Ama ihtiyacı olduğu için almalı ve ihtiyacını karşıladığı müddetçe onu elden çıkarmamalıdır. “Eskidi, modası geçti!” diye elindekileri gün aşırı değiştirmek, bir müslümana yakışmaz. Müslüman, marka peşinde koşmaz. Aynı kalitede bir başka ürün varken, sırf “marka” oluşu sebebiyle bir avuç fazladan para dökmez.
Bizim için en ideal hayat olan Peygamber Efendimiz’in güzel hayatı, aslında insanın aradığı huzurun en temel esaslarına dayanmaktadır. “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” olarak da hülasa edilen bu kanaat düsturları, bir müslümanın “kendisi olma” hedef ve gâyesine en kestirme yoldan ulaşmasını sağlar.
Bu prensiplere farklı bir açıdan baktığımız zaman; az yemeyi “az tüketmek”, az konuşmayı, “çok okumak, çok tefekkür etmek” veya “faydalı şeylerde nefesimizi tüketmek”, az uyumayı da “çok ibadet” veya “çok çalışmak” olarak değerlendirebiliriz. O zaman da Rabbimizin bizden istediği şekilde bir kul olma yolunda mesafe alırız.
Bu hassasiyetlerle donanmış bulunan fertler; toplumun bozulmasına ve yanlış tüketime meydan vermeyecekler ve elele vererek ideal bir hayat tarzı ortaya koymuş olacaklardır.
YORUMLAR