Boşanma Nedir?
Boşanma, kısaca, nikâh bağı ile bağlı bir âilede eşlerin birbirinden ayrılması demektir. Evlilik ve âile kurma, aslında “boşanmak için” yapılmaz. Aksine “boşanmamak” ve “bir ömür birlikte yaşamak”; toplumun istifade edeceği “sâlih ve sâliha nesiller yetiştirmek” için evlenilir. Ancak tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de insanlar çeşitli sebeplerle isteyerek veya istemeden boşanma ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
“Eşlerden birisi veya her ikisi boşanmaya karar verirse, hangi yollara başvurmalıdır? Ne şekilde bir boşanma meşrû ve sünnete uygundur? Hangi boşanma türleri hoş karşılanmamıştır?” Bu ve benzeri pek çok soru, işin başlangıcı için önemlidir. Ancak biz, bu konuları özet bir şekilde anlattıktan sonra, asıl boşanma sonrasındaki problemlere odaklanmak istiyoruz.
Diğer İnançlarda Boşanma
Hıristiyanlığın Katolik mezhebi, evlenen kimselerin bir daha boşanamayacakları esasını kabul etmiştir. Onlar, bunu, “Allâh’ın birleştirdiğini, insan ayırmamalıdır.” sözüne bağlamışlardır.
Bir de bunun tam tersi olarak erkek veya kadın, eşlerden her birine istediği zaman boşanma hakkı veren, bunu her şekilde serbest kılan ya da mahkeme/hâkim kararıyla boşanma hükmü veren sistem veya devletler vardır.
İslâm’da Boşanma
İslâm ise, boşanmayı ne haram kılmış, ne keyfî bir şekilde her isteyenin istediği şekilde boşanabileceği bir “serbestlik dâiresinde” bırakmış, ne de sadece hâkim/mahkeme eliyle tarafları boşamıştır. İslâm’da her şeyin bir düzeni, sistemi, mantık ve hikmeti bulunduğu gibi, evlilik ve boşanmanın da bir gâyesi, şekli ve usûlü vardır.
İslâm’da evlilik, “süresiz” olarak ve “ömür boyu devam etmek üzere” yapılır. Belirli süre için yapılan evliliğe (mut’a) İslâm fakîhlerinin büyük çoğunluğu meşrû gözle bakmaz. Ancak evlilik, eşlerden birisinin ölümü veya dinden çıkması (irtidat) ile sona erebileceği gibi boşanma ile de sona erebilir. Biz, burada ölüm ve irtidat seçenekleri üzerinde değil, daha çok boşanma üzerinde duracağız.
Boşanma Çeşitleri
Talak, yani “nikâh bağını çözmek”, Türkçe ifadesiyle boşanmak da kendi içinde farklı gruplara ayrılır.
1- Boşama: Taraflardan birisinin boşamasıdır. Asıl olan kocanın boşamasıdır. Ancak boşama yetkisi, kadına da devredilmişse, onun boşaması da geçerlidir. (Tefvîz-i Talak, bkz: el-Ahzâb, 28-29)
2- Muhâlea: Tarafların anlaşarak ayrılmalarıdır. (Bkz: el-Bakara, 229)
3- Hâkim/mahkeme kararı. Kadının İslâm’a girdiği hâlde, kocanın Müslüman olmaması durumunda veya kocada bulunan cinsî bir ayıp sebebiyle ya da kocanın uzun yıllar ayrılması (hapis veya gaybûbet hâli) üzerine mahkeme tarafından boşanma kararı alınır.
4- Mülâane: Kocanın zina isnâdı üzerine yeminleşme. (Bkz: en-Nûr, 6-9) Bu da, mahkeme kararı ile kesinleşir.
5- Îlâ: Dört aydan fazla süre ile eşinden ayrı kalmaya yemin etme. (Bkz: el-Bakara, 226, 227)
Biz bu maddelerden ilki olan “Boşama” üzerinde daha geniş bir şekilde duralım.
Boşama
Bir erkeğin eşini boşaması, ya açıkça “Seni boşadım!” şeklinde bir ifade ile gerçekleşir ya da “Senden ayrıldım, artık sen bana haramsın! Çık, git! Evi terk et! Annenin-babanın evine git!” gibi boşanmayı çağrıştıracak kinâyeli sözlerle olur. Bu ifadeleri sadece sözlü olarak dile getirmek değil, yazılı (mektup, mail vb.) veya anlaşılır (dilsiz ve sağırların yaptığı gibi) işaret yoluyla yapmak da aynı hükme, yani boşanmaya sebep olur.
Bu manaya gelecek sözlerin şakayla, sarhoşken veya öfkeli bir durumda söylenmesi bir şey değiştirmez. Yani hepsi boşanma hükmünü doğurur.
Eğer erkek, hanımına, boşanmayı gerektiren sözlerden birini söylemişse, geri dönülebilir şekilde (ric’î talak ile) eşinden boşanmış olur. (Bkz: el-Bakara, 229) Şayet iddet süresi bitmeden eşine tekrar dönerse, mehir, nikâh yenileme gerekmeden, kocanın tek taraflı iradesiyle evlilik devam eder.
Ancak bu durum üçüncü kez tekrarlanmışsa, artık eşler birbiriyle bir daha evlenemez şekilde (bâin talak ile) boşanmış olurlar. (Bkz: el-Bakara, 230) Bu eşlerin bir araya gelmesinin tek yolu, kadının başka birisiyle yapacak olduğu ve normal bir evlilik hayatı geçireceği nikâhtır. Kadın, başka bir erkekle evlenip fiilî bir evlilik hayatı geçirdikten sonra o adamdan boşanıp iddet bekler, ardından dilerse ilk kocası ile tekrar evlenebilir. Buna “Hulle” adı verilir. (Bkz: el-Bakara, 230) Aksi hâlde üç defa kendisinden ayrıldığını söylemiş olan birisiyle aynı çatı altında yaşamaya devam etmesi haramdır. Onlar, kaç yıllık evli olurlarsa olsunlar ya da kaç çocukları olursa olsun, artık birbiriyle bir araya gelmeleri, oturup kalkmaları haramdır. Birbirlerine karşı, tıpkı dışarıdaki yabancı erkek ve kadınlar gibidirler.
Bu husus çok önemlidir ve âyet-i kerîmelerle açıkça ifade edilmiştir. (Bkz: el-Bakara, 229-230) Böyle bir durumda olan insanların, konu komşu ne der diyerek ya da birtakım mazeret ve bahanelerle aynı çatı altında yaşamaya devam etmeleri câiz değildir.
Boşanma niyetinde olan bir erkeğin hanımını, âdet döneminde değil de, temizlendiği dönemde cinsî birliktelik olmaksızın bir kere boşama hakkını kullanması, sünnete uygun bir boşama şeklidir. Eğer ciddi ve kararlı ise, ikinci ay yine âdet döneminin geçmesini bekler, temizlik döneminde birlikte olmaksızın boşanma lafızlarını tekrar eder. Üçüncü ay da âdet dönemi tamamlanıp temizlik döneminde boşayacağını söylediği andan itibaren “sünnete uygun bir tarzda” (Sünnî Talak) ve bir daha dönülmez şekilde boşanmış olurlar. Bu durum, iki tarafın birbirinden ayrılmaya dayanıp dayanamayacaklarını, gerçekten aralarında sevgi ve bağlılığın tamamıyla bitip bitmediği tesbit etmeleri içindir.
Ancak bir insan, âdet döneminde veya birlikte oldukları bir temizlik döneminde boşanma ifadelerini kullanmışsa, bu boşama da gerçekleşmiş sayılır. Ancak sünnete uygun olmadığı için “Bid’î (Bid’at olan) Talâk” diye isimlendirilir.
İslâm âlimlerinin çoğu, bir defada üç talak hakkının birden kullanılmasıyla da “bâin talak”ın (beynûnet-i kübrâ) gerçekleşmiş olduğunu kabul etmiştir. Bu hâldeki bir hanım, başka bir erkekle evlenerek cinsî birlikte bulunmadığı ve ondan ayrılıp iddet beklemediği (Hulle) müddetçe ilk eşiyle birlikte olamaz.
Boşanma Sonrasındaki Durum
Üç talakla boşanmış, (beynûnet-i kübrâ) gerçekleşmiş olursa, erkeğin kadın üzerindeki boşanma hakkı bitmiş olur. Evlilik akdine derhal son verilir. Kadın, iddet sonuna kadar kocasının evinin bir bölümünde kalabilir. (Bkz: et-Talak, 1-2) Kocanın, hanımına karşı bu esnada nafaka yükümlülüğü devam eder. (Bkz: el-Bakara, 241; et-Talak, 6) Bu boşanmanın ardından bir ölüm gerçekleşse, eşler birbirine mirasçı olamazlar. Daha sonra ödenmek üzere anlaşılmış olan mehir, üç talakla boşanma durumunda aciliyet kazanmış, peşine dönüşmüş olur.
Bâin boşanmalarda kadın, eşinin yanına tesettürsüz çıkamaz. Eğer kocasının evinde iddetini geçirecekse, ev dar olup kocası da fâsık (büyük günah işleyen birisi) bulunursa, kocasının evi, hanımına bırakarak başka yere çıkması daha uygundur.
İddet
İddet, sözlükte belirli sayı, boşanan veya kocası ölen kadının yeniden evlenebilmek için beklemesi gereken süre mânâsına gelir. İddet süresi, çoğunlukla kadının ay hâli (hayız) sayısını veya ayları sayarak belirlendiği için bu kelimeyle ifade edilmiştir.
Eşlerin bir araya gelmediği sadece mücerret kalmış, fiilî/cinsî birliktelik olmamış nikâh akdi için iddet beklemek gerekmez. (Bkz: el-Ahzab, 49)
Boşanmış kadının iddeti, hâmile değilse ve ay hâli (hayız) görecek bir yaştaysa üç hayız ve temizlenme süresince iddet bekler. (Bkz: el-Bakara, 228, 241) Meselâ kadın temiz günlerinde boşanmışsa, üçüncü ay hâlinden sonra temizlenince iddeti tamamlanmış olur. Hayızlı olduğu günlerde boşanmışsa, içinde boşandığı ilk hayız dışındaki üçüncü hayzın sonunda iddeti bitmiş olur.
Kocası vefât eden kadının iddeti, hâmile ise, doğumla sona erer. Hâmile değilse, onun iddeti dört ay, on gündür. (Bkz: el-Bakara, 234)
Kocanın ölümü veya boşanma sırasında hâmile olan kadının iddetinin doğumla sona ereceği, konusunda ise görüş birliği vardır. (Bkz: et-Talak, 4)
İddet bekleyen kadının bu dönemde başka bir erkekle nişanlanması câiz değildir. Boşamanın ric’î veya bâin talakla olması neticeyi değiştirmez. Kocası vefât eden kadına ise, iddet süresi içinde üstü kapalı evlenme teklifinde bulunulması câiz görülmüştür. (Bkz: el-Bakara, 235) İddet bekleyen kadının bu süre içinde başka bir erkekle evlenmesi de câiz değildir.
İddetli kadının iffetini koruyucu birtakım tedbirler de alınmıştır. Bunları da başlıklar hâlinde şöyle sıralayabiliriz: Seyahat özgürlüğünde birtakım sınırlamalar, mesken güvencesi, boşanan eşlerin iddet süresince birbirleriyle münâsebetleri, iddet bekleyen kadının nafakası, iddet bekleyen kadının yas tutması, iddet esnasında ölüm gerçekleşirse miras durumu ve bu süre zarfında doğan çocuğun nesebi…
Çocukların Bakımı (Hıdâne)
“Çocuğu kucağına almak, onu besleyip terbiye etmek ve bağrına basmak” mânâlarına gelen Arapça “hıdâne” kelimesi, bir fıkıh terimi olarak; çocuğu bakıp gözetme hakkı olan kişinin, onu yanına alarak terbiye etmesidir.
Hıdânenin gâyesi; yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya bunaklık gibi bir sebeple kendiişlerini bizzet göremeyen kimsenin koruma altına alınması, onun bakım ve terbiye işinin belirli bir kişinin sorumluluğuna verilmesidir. Çocuğun bakım sorumluluğu, işlerini koruyup gözetmek, yeme-içme, giyim ve uyku düzenini sağlamak ve temizliğini yapmak gibi iş ve hizmetlerini içine alır. Bu mânâda bir çeşit “velâyet” olan hıdâneyi, “bakım ve terbiye velâyeti” olarak tarif etmek mümkündür.
Hıdâne, sevgi, şefkat, merhamet ve sabır isteyen ve ahlâk, edeb ve fazilet çerçevesinde yürütülmesi gereken bir vazife olduğu için bu işi en güzel ve layıkıyla yapabilecek olan kimse “anne”dir. Zaten hıdâne sözünün kökü olan “hadn” kelimesi de “kadının çocuğu bağrına basması, kuşun yumurta ya da yavrularını kanatlarının altına alması”nı ifade eder. Bu durum, insan fıtratının da bir gereğidir. Hiçbir evlâdı, bir anne sevgisiyle kucaklayabilecek o şefkat ve merhameti gerektiği gibi sergileyebilecek ikinci bir şahıs yoktur.
Çocukların en az yedi yaşına kadar öz annenin bakım ve gözetiminde bulunması, onun hakkıdır. Kız veya erkek çocuklar, boşanma durumunda bile, bu yaşlarına kadar annesinin bakıp yetiştirmesine muhtaçtır. Annenin ölümü veya hıdâneye ehil bulunmadığı hâllerde bu hak, annenin annesine (nineye) geçer. Anne ve ninenin bulunmaması hâlinde, o çocuğu öz kızkardeşlerine bu hak devredilir. Çünkü onlar, dışarıdaki akrabalara göre, çocuğa daha yakındırlar. Daha sonra sırasıyla, teyze, (varsa) kızkardeşin kızları ve hala gelir.
Eğer bir çocuğun bakım ve terbiyesi için bu sıralanan kadınlardan hiçbirisi yoksa veya buna ehil değilse, bu hak, mahrem olan erkek hısımlara geçer. Bunlar da üç kısma ayrılır:
- a) Baba, babanın babası… b) Öz veya baba bir kardeş veya bunların aşağıya doğru erkek çocukları. c) Öz veya baba bir amca ve bunların aşağıya doğru erkek çocukları.
Çocukların bakımını yapacak kimselerde bulunması gereken birtakım ortak özellikler vardır. Bunlar; ergin (bâliğ) ve akıllı olmak, çocuğun terbiye ve bakımına gücü yetmek, ahlâken güvenilir olmak ve Müslüman olmaktır.
Bu vasıflara ek olarak hıdâneyi üstlenecek kadının, çocuğun mahrem hısımlarından (anne, kızkardeş ve teyze gibi) olması, çocuğa yabancı bir erkekle evli bulunmaması, çocuğa buğzedilen bir evde oturmaması ve çocuğun babası fakirse, bakımı yapacak kadının ücretsiz bu işi üstlenmesi gerekir.
Erkek çocuk; yeme-içme, giyim ve temizlik işlerini bir kadına muhtaç olmadan yapabilecek yaşa (tercihan 7 yaşına) gelinceye kadar, öncelikle anneye ve ondan sonraki kadınların bakımına muhtaçtır. Bazıları da bu yaşın 9 olduğunu söylemiştir. Bu yaştan sonra babasının terbiye ve bakımına girmesi daha sağlıklıdır.
Kız çocuğu açısından; anne ve ninesi, kız ergin (bâliğa) olana kadar bakımını üstlenme hakkına öncelikle sahiptir. Büluğ vaktinin gecikmesi ile bu durum, onbeş yaşına kadar sarkabilir. Erginliğe eriştiği andan itibaren ise, daha çok korunmaya muhtaç olduğundan babanın bakım ve gözetiminde yetiştirilmesi daha doğrudur.
Anne gözetiminde olduğu küçük yaşlarda babanın çocuğunu her gün görme hakkı olduğu gibi; baba gözetiminde olduğu zamanlarda da annenin çocuğunu her gün görme hakkı vardır. Bu süre, en çok haftada bir defaya çıkarılabilir. Bazı durumlarda çocuğun annesinin yanına götürülmesi, bazen de anne ve babanın çocuğun yanına gelmesi gerekir.
Özetleyecek olursak; İslâm, çocuğun bakım ve terbiyesini, anne-baba gibi en yakınlarından başlayarak en güvenilir ve mahrem akrabalarına bu sorumluluğu yüklemiş; ölüm ve boşanma hâllerinde çocukları kendi başlarına bırakmamıştır.
Bu yetiştirme esnasında çocukların maddî masrafının tamamı babaya yüklenmiş; ancak şefkat, bakım ve ilgiye muhtaç olduğu dönemlerin anne yanında geçmesine özen göstermiştir. Kadın, maddî bir külfetle yükümlü tutulmadığı gibi, çocuklar belli bir yaş ve olgunluğa ulaştıktan sonra, onların bakımı ile de sorumlu tutulmamıştır. Böylece kocası ölen veya boşanmış olan kadınlar, çocuk bakma külfeti bulunmadan tekrar hayata tutunabilecek, yeni âileler kurabileceklerdir. Bu da modern toplumların göz ardı ettiği, ancak İslâm’ın kadına vermiş olduğu büyük haklardan birisidir.
Dul anne, iddet süresi tamamlandıktan sonra, çocuğunu emzirmeye veya bakımını yapmaya devam ediyorsa, üç çeşit mâlî hakkı ortaya çıkmış olur:
- a) Emzirme ücreti, b) Bakım karşılığı ücret, c) Çocuğun yeme-içme, giyim ve temizlik harcamalarını karşılamak üzere nafaka.
Günümüzdeki Yanlışlardan Birkaçı
Son kısımda da zikrettiğimiz gibi, dul annelerin çocuk sebebiyle sahip olduğu birtakım maddî hakları vardır. Ama ortada çocuk yoksa veya yukarıda uzun uzun izah edildiği gibi, çocuk, kendi imkânlarıyla işlerini görebilecek yetişkinliğe erişmişse, kadınların boşanma sebebiyle ömür boyu eski kocasından isteyebileceği bir “nafaka” veya “tazminat” sözkonusu değildir.
Bu durum, aslında kadının bir an önce evlenmesini veya elindeki birikimlerini uygun bir şekilde kullanmasını teşvik etmektedir. Ancak kadın evlenmek istemiyor ve herhangi bir sebeple elindeki (mehir, hediye, miras, vb.) maddî imkânlar tükenmişse, kademeli olarak kadının akrabaları, Müslüman toplum ve nihayet devlet mekanizması devreye girer ve kadının en temel maddî ihtiyaçları, kimseye yüzsuyu dökmeden temin edilir, edilmelidir. Bu mânâda kadın, şefkat ve merhamet dolu İslâm toplumuna zimmetlenmiş bir ilâhî emânettir.
Maalesef günümüzde boşanma esnasında kadınlar, İslâm’ın kendisine vermediği bir takım talepleri dile getirmekte ve daha sonraki hayatını “garanti” altına almaya çalışmaktadır. Böylece boşandığı eşinden hakkı olmayan birtakım şeyler istemekle ona zulmetmekte; akraba ve çevresi de ona gerektiği kadar destek olmayarak onu dertleriyle baş başa bırakmak sûretiyle bir başka zulüm icrâ etmektedirler.
Boşanmış anneler, bazen küçük çocuklarını almamakta; bazen de babalar, evlatlarının maddî külfetinden -imkânı olduğu hâlde- kaçmaktadırlar. Şüphesiz bunlar, İslâm’ın hükümlerini bilmemekten ve bu hükümlere karşı ilgisiz kalmaktan kaynaklanmaktadır. Oysa İslâm, kadının, çocuğun ve erkeğin fıtrat ve ihtiyaçlarına göre, herkesin hakkını teslim etmiş ve kendi keyiflerince birbirlerine zulmetmesine müsaade etmemiştir.
Daha geniş bilgi ve kaynaklar için bkz: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, “Delilleriyle Âile İlmihâli”, Erkam Yayınları, İstanbul, 2013, sh: 322 vd. Prof. Dr. Muhsin Koçak, Prof. Dr. Nihat Dalgın, Doç. Dr. Osman Şahin, “İslâm Hukûku”, İstanbul, 2014, Ensar Neşriyat, sh: 212-308; Prof. Dr. Hayreddin Karaman, “İslâm’da Kadın ve Âile”, İstanbul, 2006, Ensar Neşriyat, 101-179; Prof. Dr. Hamdi Döndüren, “Kur’ân ve Sünnete Göre Güncel Fıkhî Meseleler”, Işık Yayınları, İstanbul, 2011, sh:210-225.
YORUMLAR