Boşanma Sebepleri Ve Çözüm Yolları-8

İletişimimizi âbâd eden ve berbât eden en önemli unsur; konuşmalarımızdır şüphesiz... Âile içi iletişimdeki konuşmalarsa; hayatımız açısından birinci sırada olmasına rağmen, en fazla îtinâdan mahrum olanları maalesef... Yazı serîmizin başlarında kısaca değindiğimiz sahiplenme, hep elinin altında hissetme ve baştan savmacılık; hayat arkadaşı ve çok yakın olmanın getirdiği en mühim handikaplardan... İnsanın belki de en fazla gaflete düştüğü husus; nîmet elindeyken kıymetini bilememek... İş işten geçtikten sonra âh u vâh etme, pişman olma ve “keşke” ile başlayan cümleler kurmadan önce, irademize sahip olup dosdoğru bir çizgi tutturabilsek ne güzel olurdu!..

Orta yaşlara geldiği hâlde dengini bulup da evlenmek nasip olmamış ya da sevdiği eşini ebedî âleme uğurlamış kişiler, muhtemelen daha iyi bilecektir, bir hayat arkadaşıyla paylaşılan yuvanın kıymetini... Ya çeşitli sebeplerle evliliği ertelenenler? Önüne çıkan âilevî ya da ekonomik sebepleri atlatıp da sevdiğine kavuşuncaya dek nasıl da -haklı olarak- sabırsızlıkla gün saymaktalar...

Peki ya sonra?

Pembe hayaller ve güzel ümitlerle çıkılan bu yolda neden bir gevşeklik ve rehâvet baş göstermekte çoğu zaman? Uğruna türkülerin, şiirlerin yazıldığı, bir bakışı yürek yakan sevdiği, “helâli” olduğunda geçen zamanın aradaki sevgiyi laçkalaştırmasına, yıpratmasına, özensizleştirmesine izin verilmeli midir? Tabiî ki hayır!..

“Ahlâkınızı güzelleştiriniz!” buyuran “Üsve-i Hasene” Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti olarak bize yakışan, dâimî bir üslûp güzelliğidir. Âilelerde, okullarda bunun eğitimi inceden inceye verilmelidir. Ahlâkın güzel ya da çirkin oluşunun en iyi göstergesinin, konuşmalarımız esnasında seçtiğimiz kelime, vurgu, tonlama ve üslûp olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Tevâzû ya da kibir, iltifat ya da aşağılama, muhabbetli ya da soğuk, hâsılı her hâlimizi ister istemez yansıtan konuşmalarımız, en çok da âilemizde bizi ele vermekte… Küpte ne varsa, dışına da o sızacağından, kendimizi pozitif duygu ve hasletlerle ne kadar donatırsak, çoğu zaman gayr-ı ihtiyârî dilimizden dökülüveren cümlelere de büyük ölçüde bu güzellikler aksedecektir.

Kendi hevâsından aslâ konuşmayan (Bkz: en-Necm, 3) Rehberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elbette ki bu hususta da en üst zirvede... Sahabe Efendilerimiz ve Annelerimiz de yolumuzu aydınlatan yıldızlar… Sözlerinden edep, hikmet, muhabbet, letâfet, zarafet damlatmışlar âdeta... Kendisinden feyz aldıkları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi bir nûr kaynağı varken yanı başlarında; kana kana içmişler o deryadan... Bu yüzden O’nun nûrlu izinde ve “İnsan hiçbir söz söylemez ki, onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve kaydeden hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf, 18) âyetinin çizdiği yolda îtinâ ile yürümüşler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin kendi devrindeki insanlarla ashâb-ı kirâmı mukayese ederken:

“-Siz sahabîleri görseydiniz deli zannederdiniz; onlar sizi görseydi, «Bunlar müslüman mı?» derlerdi.” ifadelerini, âhir zaman ümmeti olarak bugünlerle kıyaslamış olsak aradaki farkın daha da açıldığını, büyük bir savruluş içerisinde olduğumuzu hissederiz şüphesiz...

Egoizmin, narsisizmin küçük yaşlarda körüklendiği bir ortamda, güyâ özgüven (!) adı altında pek çok yanlışın sıradanlaştığı, güzel ahlâkı oluşturan pek çok hasletin neredeyse unutulduğu bir çağda yaşıyoruz, maalesef... Buna rağmen İslâm’ı hayatımıza yansıtarak O’nun ümmeti olmayı başarırsak, “yedi kere ne mutlu” müjdesini de hak edeceğiz, inşâallah...

Beğenmediği hususları izah sadedinde, “Bana ne oluyor ki, sizi şöyle şöyle görüyorum?!” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119) tarzını hassas bir şekilde prensip hâline getirmiş bir devlet ve âile reisi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... “Ben Dili”nin önemini ısrarla vurgulayan davranış bilimcilerin, önünde diz çökmesi gereken, bütün çağların en zarif üslûbu bu, ka’bına erişilemeyen... Bu üslup sayesinde hataları, problemleri bir nevî kendine izafe ederek, karşı tarafı vicdan muhasebesine yönlendirme ve yıkıcı olmadan problemin çözümünde önemli bir adım atma hususunda daha kolay bir başarı elde etmek mümkündür.

‘‘Ben Dili’’ mütevâziliğin ve muhabbetin; ‘‘Sen Dili’’ kibir ve aşağı görmenin göstergesi aslında... Ne kadar nefis terbiyesinden geçmiş olunursa olunsun, ‘‘Sen şöylesin, sen böylesin!” tarzı eleştirilerden olumsuz etkilenmemek çok zordur. Bu, ancak kâmil îman sahibi Allah dostlarının kârıdır. Şâirin:

Cihan bağında ey âşık, budur maksud-i ins ü cin

Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!’’ dediği gibi tasavvuf yolunun en son mertebelerindendir, “incinmemek”!... (İncitmemek bahsini ise daha önceki bir maddemizde incelemiştik.)

Bu yüzden yapıcı eleştiri için, geçirdiğimiz duygusal sarsıntılara, hissettiklerimize, karşı tarafın tavrının bizde bıraktığı tesire, “Böyle bir durumda ben kendimi şöyle şöyle hissediyorum.” tarzında ifadelerle dikkat çekersek; muhâtabımız da şahsına taarruz edilmemesinin sükûnetini yaşayarak bizim duygularımızı anlamaya başlayacaktır er ya da geç... Nefsi tahrik edici, savunmaya geçme pozisyonuna sürükleyici tavırlar, gergin ortamlara sebep olur. Gerginlikse başta çocuklar olmak üzere, herkesi yaralayan, huzuru baltalayan durumlar demektir. Cevâmiü’l-Kelîm olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda da meselenin can damarına şöyle işaret buyurmuş, hadîs-i şerîflerinde:

“Onlara çirkin demeyin, kötü söz söylemeyin!..”

Kadına hiç değer verilmeyen bir toplumda ne asil, ne zarif ve faziletli bir mücadele!..

Kadınların hassas ve nârin yaratılışından dolayı yapılan bu îkaza kıyasla, aynı seviyesiz tavır, tabiî ki kadına da câiz değildir. Böyleyken “eşref-i mahlûkât” olan insanlar içindeki biricik hayat arkadaşına yüz ekşitmek, amel defterinde nasıl kara bir leke olur, kim bilir?!

Söz buraya gelmişken evlilik öncesi yıllarını, hemcinsleri içerisinde geçirip, mahremiyet ölçülerini muhâfaza için karşı cinsle irtibatlarını zarûret çerçevesinde tutanların -ki elbette böyle de olması gerekir- evlenmeden önce, karşı cinsin psikolojik yapısı, fıtrî özellikleri hakkında tafsilâtlı bilgi edinmeleri elzemdir. Aksi takdirde şakası bile ağır izler bırakacak patavatsızlıklar, gaflarla gelen acı tecrübeler, âilede nâhoş bir hava estirebilir.

Hani Hallâc-ı Mansur Hazretleri’ne herkes taş atarken, atılan taşlara hiç ses çıkarmaz, hattâ tebessüm eder. Bir dostu ise gül atınca, işte o zaman inler. Sebebi sorulduğunda:

“-Taş atanlar beni tanımaz. Hâlden anlayanların bir gülü beni incitti!..” der ya; onun gibi kişinin en yakını, helâli olan eşi, kendi canından bir parça gibi olduğundan, acı sözlerini duymak, insanda çok daha derin yaralara yol açabilir.

Alışılmış olan, hataları, hoşlanılmayan durumları îkaz sadedinde, gittikçe sertleşen bir üslûb iken, Tâhâ Sûresi 43-44. âyetinde Cenâb-ı Hak, yapılagelen bu yanlış davranışın tam aksine ezber bozmaktadır:

“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ya da korkar.” buyurarak, Firavun’un azgınlığına karşı, öğüt alması ve sakınması için yumuşak lisan kullanılmasının emredilmesi, genel tavrın ve gidişâtın ne kadar yanlış olduğunu îlan etmektedir. “Tatlı söz, yılanı deliğinde çıkarır.” diyen atalarımız, bu mesajı bilerek ya da bilmeyerek almışlar besbelli... Hâsılı, hayat arkadaşımız -hâşâ- Firavun’dan daha şerli olmadığına göre, bize düşen Rabbimizin emrince ve sancağı altında toplanmayı arzu ettiğimiz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nebevî metoduna uygun hareket etmektir.

Konuşmadaki üslûbun kötülüğünü aratmayacak -belki de daha ciddî- bir problem ise, konuşmamayı tercih etmek, karşıdakini âdeta yok saymaktır. Hiçbir açıklama yapmadan asık suratla sessizliğe bürünmek, soruları cevaplamamak, sabır değil; en önemli sadakaları (tebessüm ve güzel söz) terk etmektir. En büyük hakaretlerden daha yıkıcı olabilecek bu tutumu, sürekli yüz yüze bakan ve aynı çatıyı paylaşan eşlerin akıllarından bile geçirmemeleri gerekir. Aksi takdirde diğer canlılardan en ayırıcı özelliğimiz olan konuşma nimetine karşı nankörlük edilmiş, en önemli iletişim vasıtasının köküne dinamit konulmuş gibi olacaktır. Bu noktada Tebük Seferi’nden geri kalan üç sahâbî için uygulanan ilâhî müeyyideyi hatırlamakta fayda var. Elli gün boyunca toplumda yok sayılan, kendileriyle konuşulmayan bu sahabîlerin yüreklerinde derinden yaşadıkları huzursuzluk; “…Yeryüzü bütün genişliğine rağmen, onlara dar gelmişti...” (et-Tevbe, 118) âyetiyle tarif edilmiştir. Konuşularak halledilebilecek meseleler için gönül yoldaşını böylesi ağır bir şekilde cezâlandırmak,  hastanın şifâya vesile olacak ilacı reddederek tam tersine mikroba dâvetiye çıkarmasına benzer.

Bu durumun yol açacağı krizin mâhiyetini değiştirebilecek başka bir imtihan sahası da, bu tip hakaretlere mâruz kalan tarafın ihtilat ortamında olan çalışma hayatıdır. “İş îcabı” diye başlayan diyalogların dozajı iyi ayarlanmadığında, şeytan ve nefsin de yoğun çalışmaları sonucu hassas çizgiler silikleşebilir; zarurî olanla olmayan birbirine karışabilir. Menfaat beklentisi, alt-üst ilişkisi vs. derken nefse hoş gelen hitap ve iltifatlar kolayca boy gösterecektir. İlâhî kamera denetimlerinin hatırdan çıkarıldığı nisbette, ihtilâtın dezavantajları kişinin gönül dünyasına yansıyacaktır. “Helâli”nden göremediği güzel söz ve iltifatlar karşısında, ya nefs zaafa kapılıp işin vahâmet derecesi artacak ya da gayr-i irâdî kıyaslamalar, ferdin hüznünü ve yalnızlığını körükleyecektir.

İlgi ve iltifat demişken bunun merkezindeki en önemli temel unsur, hitap şeklidir. Bunun için de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhteşem hayatı pek çok misalle doludur. Bugün davranışları inceleyen bilim dallarınca tespit edilen bir husus da, insanın duymaktan en çok hoşlandığı hitâbın kendi ismi oluşudur. Âlemlerin Efendisi’nin muhataplarıyla sohbetlerinin en vazgeçilmez parçası birbirinden güzel hitaplarıdır. Hanımlarına karşı her zaman en nâzik üslûbu ile ümmetinin önünde yürümektedir. Her hâlinin kayıt altına alınmasının güzelliğine sahip oluşumuz, O’nun hayatını iyice şeffaflaştırmaktadır. Velhâsıl O’nun, ortaya konuşma, lâf çarptırma, yok sayma, çocuklarının ismi üzerinden hanımına seslenme, -hâşâ- “şşşt, alo, baksana vs.” gibi basit hitaplar kullanma gibi yollara yeltendiğine hiç şahit olunmamıştır.

Toplum içerisindeki haysiyet ve îtibarın korunması için her ferde Osmanlı nezâketiyle davranılması gerekir. Bu da âile içerisinde muhabbet ve hürmeti artıran hitaplarla muhatabımıza iltifat etmemiz şeklinde gerçekleşir. Eskiler, “Üslûb-i beyân, ayniyle insandır.” demişlerdir. Bizim nasıl birisi olduğumuz, muhataplarımızla konuşurken kullandığımız üslûpta gizlidir.

Bu hususta da günümüzde maalesef acı bir tabloya sıkça şâhit olunmaktadır. Kişi için Rabbimizin ‘‘nâmahrem’’ olarak tayin ettiği kişilere karşı takınılan nezâket ve iltifatkâr üslûbun, “helâli”nden esirgenişinin hazinliğidir kastettiğim... Şeytanın askerleri ve nefsin her an pusuda oluşu, bu durumu kolaylaştırıyor elbette… Ama hayatımızın her anı müsbet veya menfî, iki durumdan birini seçmekten ibaret değil mi zaten? Gerçekten ‘‘helâl dâiresi”nin korunaklı kalesine sığınılarak huzur ve mutluluğu orada bulup, onu geliştirmek için kafa yormak esas mârifettir, akl-ı selîm sahibi olana...

 

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle