6- İletişim Kopuklukları:
İnsan, mükemmel yaratılışı sayesinde, pek çok açıdan iletişim kurabilecek donanımdadır. Sözleriyle, göz temasıyla, jest ve mimikleriyle, dokunuş tarzıyla, dinleyiş şekliyle, sevdiği için yaptığı fedakârlık ve hizmetlerle, verdiği minik de olsa bir hediyeyle duygularını aktarır.
Bu duygu aktarım şekillerini, sevginin bir nevi dili olarak tanımlayan Gary Chapman, “Beş Sevgi Dili” adlı kitabında, bunlardan detaylı olarak bahsetmektedir. Problemli pek çok âileye danışmanlık yapmış olan yazar, bu sevgi dillerinin farkında olmanın, kişinin hayatına ne kadar olumlu katkılarda bulunabileceğini, yaşanmış misallerle anlatmaktadır. Bütün çevremizle kurduğumuz iletişimin kalitesini artırabilecek bu tespitler, özellikle en çok iletişimde olduğumuz ya da olmamız gereken âilemizde işimize yarayacaktır. “Nitelikli Beraberlik, Onay Sözleri, Fiziksel Temas, Hizmet Davranışları ve Hediye Verme” şeklinde beş maddede toplanan bu sevgi dilleri, tabiî ki her insanın kendine has tarzıyla zenginleşebilir mahiyette… Eşimizin sevgisini ifade ediş tarzı, bizden beklentileri hakkında büyük bir ipucu sunmaktadır. Bunu fark ettiğimizde, sadece kendi tarzımızla sevgimizi ifade etme sığlığından kurtulup, eşimizin mutluluğu için, onun hasretini, ihtiyacını duyduğu iletişim tarzıyla yaklaşma becerisini kazanabiliriz. Buna kesinlikle değer; çünkü eşimizin mutluluğu bize de yansıyacaktır. Suratı asık ve mutsuz bir eşle, sevildiğinden emin, mutlu bir eş aynı olur mu hiç?! Bu sevgi dillerinin en güzel ifadesini Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında görebiliyoruz elbette… “Nabza göre şerbet” diye tâbir edilen, muhâtabının ihtiyacına göre muâmelenin en renkli misalleri var, Rehberimiz, Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîflerinde, “Üsve-i Hasene” olan hayat öyküsünde… İşse, O’na ümmet olup, izinden gidebilmekte…
Muhabbetimizi ifade temek için bu kadar zengin bir donanımla yaratılmış olmamıza rağmen, bunları hayat arkadaşımıza yeterince yansıtamayışımız; ağyâra bezlettiğimiz muhabbet mesajlarını yâre iletemeyişimiz, hayatımızı tekdüze, heyecansız hâle getirecek, yuvamızda soğuk rüzgârlar esecektir.
Kişinin eşine muhabbetini izhâr etmesi, onunla hoşça vakit geçirmesinin mühim bir ibadet gibi ecir kazandıracağını kâliyle ve hâliyle sergilemiştir, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Amre -radıyallâhu anhâ- şöyle der:
“Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemize:
«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hanımlarıyla başbaşa kalınca nasıl olurdu?» diye sordum. Şu cevabı verdi:
«-Sizin adamlarınızdan biri gibiydi. Ama o insanların en mükerremi ve en hilm sahibi olanı idi. Dâima neşeli ve tebessüm hâlinde bulunurdu.»” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VII, 222/18719)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sadece şu hadîs-i şerîfi bile meseleye bakışını izaha kâfidir:
“-Kişi, hanımının yüzüne baktığı vakit, hanımı da efendisinin yüzüne bakarsa, Allah da her ikisine rahmet nazarı ile bakar. Erkek, hanımının ellerini avucuna alınca, o da kocasının ellerini tutarsa, parmaklarının arasından günahları dökülür.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, c: 2, s: 333)
Âile saadeti için ne güzel bir teşvik, değil mi? Birbirinin yanına oturmayı, birbirlerine güzellikle bakmayı bile ihmal ederek, her biri bir köşede tv, bilgisayar, cep telefonu vb. ile meşgul eşleri, hatırladıklarında kendilerine getirebilecek bir çift küpe misali… Bu ve benzeri ihtarlara rağmen, somurtkan, konuşmayan, çevresine karşı gösterdiği tatlı dilinden âilesinin yeterince nasip alamadığı kadın ya da erkeklerin, âile olmanın, bir arada hayat sürmenin getirdiği sorumluluğu yeterince kavrayamamış oldukları açıktır.
Eşler arası sağlıklı iletişimin devamı için, her iki tarafın da, gereken gayreti göstermesi, hayat arkadaşına karşı özenli ve dikkatli bir üslûp kullanması zarurîdir. Rahatsız olduğu herhangi bir hususu güzellikle söylemeden, karşı tarafın anlamasını beklemek, mahzurlu olacaktır. Aralarında hallolmamış bir mesele varken günün bitmesine, bu yüzden geceye küs olarak başlanmasına engel olan taraf, muhtemel bir krizi önleyebilir. Aksi takdirde kısır bir döngünün başlaması, haklıyken haksız konuma düşülmesi an meselesidir.
“Haklı bile olsa münâkaşadan vazgeçmedikçe kişinin îmânı tamam olmaz!” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 352, 364; Heysemî, I, 92) buyurarak, kâmil îmanın bir şartına daha dikkat çeken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, başka bir hadîs-i şerîflerinde:
“Haklı olsa bile çekişip didişmeyen (tartışmadan vazgeçen) kimseye cennetin kenarında bir köşk verileceğine ben kefilim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 7) şeklindeki müjdesi, bizi bu hususta motive edecek, yolumuza ışık tutacaktır.
Ancak iyi niyetin sûistimal edilmesi ve uzatılacak zeytin dalının hep karşı taraftan beklenmesinin yıpratıcılığı unutulmamalıdır. Alçakgönüllü ve affedici olmanın yaşanacağı hakikî er meydanı, âile hayatıdır. Zanla davranarak, “bana şöyle davrandı, şunları söyledi, demek ki şunu kastediyor” tarzında kendi kendine zan ve tahminlerde bulunup, eşiyle konuşmadan içinde bunları büyütmek, yanlış bir tutumdur. Bununla beraber eşler de yanlış anlaşılabilecek davranış ve sözlerine mutlaka açıklık getirmeli, karşı taraftaki yansımasını tartmalıdır.
İş hayatı veya çocuklarıyla ilgili bir problem yüzünden eşine karşı soğuk ve asık suratlı davranmak, başka ve daha derin bir problem sahası oluşturacaktır. Hâlbuki kişi, birkaç cümleyle durumu özetleyebilir; bu konuda konuşmak istemiyorsa bunu net bir şekilde ifade edebilir. Kendi kendine kalmak, zihnini toplamak istediğini, moralinin iyi olmadığını; aslında kendisiyle ilgili bir problem bulunmadığını açıklayan eşine karşı diğer tarafın da bu hâli sükûnetle karşılaması, mânâ veremediği bir tavır olarak algılamaması kolaylaşacaktır.
Maalesef bunun yerine şeytanın ve nefsin de desteklemesiyle, incir çekirdeğini doldurmayacak bir problem dallanıp budaklanarak tartışma ve soğukluklara yol açmakta ve çoğu zaman bir tarafın sebebini belki hiç anlayamayacağı lüzumsuz bir gerginliğin kısır döngüsüne girilmektedir. Bu tip kısır döngülerde ise, az önce bahsettiğimiz hadîs-i şerîflerde vurgulandığı gibi, tartışmadan vazgeçen kişi müjdeyi kapacaktır, inşâallâh...
Fakat hatırdan çıkarılmaması gereken şu tavır, eşlerin temel prensibi olmalıdır: Affedici olmak, tartışmadan vazgeçip zeytin dalı uzatan taraf olmak; problemi içine atıp içi içini yiyen bir psikolojiye sürüklememelidir kişiyi... Çoğumuz zayıfız; olgun ve kâmil bir mü’min olmak için yiyecek çok fırın ekmeğimiz var. Bu yüzden affedip tartışmayı bitirsek de zihnimizde çözümlenmemiş, cevabını bulmamış soru kalmamalı… Bunun için sükûnet sağlanıp, normal âile hayatına dönüldükten sonra uygun bir zaman ve münasip, yumuşak bir lisanla bizi rahatsız eden şeyleri -söz, tavır her ne ise- eşimizle paylaşmalı, incindiğimiz hususları ona bildirmeliyiz. Belki bunu çok defa dile getirmek gerekebilir; ama taşlar bile su ile aşındığına göre sözler, çabalar bir şekilde aks-i sedâ bulacak; en azından meselenin çözümü için elinden geleni yapmış, içine atmamış olmanın huzuru yaşanacaktır.
7) Öfke Kontrolü Eksikliği:
Kişiler, yetiştikleri âile ortamından, hayat şartlarından vb. etkilenerek asabî bir mizaca sahip olabilmektedir. Bu mizaçtaki kişiler, daha nişanlanma aşamasına geçilmeden karşı tarafı bilgilendirmelidir ki, diğer taraf da kendi yapısına göre bunu kaldırıp kaldıramayacağına karar verme imkânı bulsun. Fıkhî olarak, “zulmetme ihtimali” bulunan kişinin evlenmesi mekruh, “zulmedeceği kesin olan” kişinin evlenmesi ise haramdır. (Delilleriyle Âile İlmihali, Prof. Dr. Hamdi Döndüren, s: 153)
İslâm, bu ölçüleri koyarken meselenin ciddiyetine dikkat çekip, karakter zaaflarına çeki-düzen vermeden, kendisiyle daimî bir hukûku, sorumluluğu olacağı âile hayatına dikkatli adım atması gerektiğinin altını çizmiştir. Bu şekilde İslâm, âile içi fizikî ve psikolojik şiddetin aslında baştan tedbirini almıştır. Fakat ilmihal, pek çok kişinin dikkate almadığı ve araştırmadığı bir alan, maalesef… Zulüm, çok geniş bir mevzû elbette; ama öfkenin de sağlıklı düşünme ve davranmayı engelleyecek en önemli sebeplerin başında geldiği bir vâkıa. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in öfkeli olan kişiye tavsiyelerini prensip ve alışkanlık hâline getirsek, zaten meseleyi büyük ölçüde halletmiş oluruz.
Rabbimizin, karşılığında katından bir mağfiret, genişliği yer ve gök genişliğinde cenneti vaad ettiği muttakîlerden olabilmek için; “gizli ve açık infak”tan sonraki ikinci madde, “öfkesini yutmak” ve bunun tabiî neticesi olarak “affedici bir karakter sahibi olmak” gerektiği haber veriliyor, âyet-i kerîmede. (Bkz: Âl-i İmrân, 133-134)
Dünya hayatının geçiciliğini, ebedî hayata hazırlanma mekânı olduğunu fark edenler, mal biriktirici, ihtiyaç sahiplerine karşı duyarsız ve öfkesini yutmaktan âciz kimseler olamaz demek ki!.. Atalarımız, “Öfke, delilikten bir şûbedir.” derler. Bu, hem öfkeli kişiye düştüğü durum hakkında ayna tutmak için; hem de öfkeli kişiyle muhatap olanın, onun seviyesine düşmemesi için yapılmış bir ikazdır. Bir deli ile karşılaştığımızda onun hakaret ya da uygunsuz davranışlarını nasıl ciddiye almıyorsak; öfkeli olan eşe karşı da velî gibi davranılması gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız. Fakat 6. maddede değindiğimiz gibi, içimize atarak, ruh dünyamızda büyüterek, aslında sabredemediğimiz hâlde sabrediyormuş gibi yaparak değil; sadece müsait bir zamanda ele alıp konuşacak şekilde ertelemektir yapmamız gereken... O an sabretmek, ateşe körükle gitmemek, sükûneti muhafaza ederek karşı tarafı dikkatle dinlemek, sâkinleşmesi için zaman ve imkân tanımak, onu anladığını hissettirmek mühimdir. Tabiî ki bu esnada öfkeli kişinin fizikî şiddetine izin vermeyi kastetmiyorum. Bahsettiğim şeyler, normal şartlardaki telafi edilebilir bir öfke hâli ya da nöbeti için sadece…
Celâlli ve heybetli denilince İslâm tarihinde ilk aklımıza gelen kimselerden birisi olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hakkında rivayet edilen şu hâdise ibret vericidir:
Rivâyete göre adamın biri, karısının huysuzluğundan şikâyet etmek üzere halife Hazret-i Ömer’in yanına gelir. Kapıda durur ve bakar ki, içerde Hazret-i Ömer’in hanımı, alabildiğine Halife’ye çıkışıyor ve Hazret-i Ömer sesini çıkarmıyor. Adamcağız:
“-Halifenin, hem de Ömer gibi halifenin hanımı böyle olunca, bizimkiler de elbet öyle olur!” diyerek şikâyetinden vazgeçer ve geri döner. Fakat Hazret-i Ömer, adamın gelip gidişinin farkına varır. Kapıya çıkar ve adamın gitmekte olduğunu görünce seslenir:
“-Neden geldin, neden gidiyorsun?” der. Geri dönen adam:
“-Âilemden sana şikâyete geliyordum. Fakat senin hanımını, benimkinden de fenâ gördüm, onun için utanarak geri döndüm.” der. Hazret-i Ömer:
“-Onun bende birtakım hakları var, bu yüzden onun sözlerine ve hırçınlıklarına sabrediyorum.” der. Adam:
“-Bu haklar nelerdir, söyler misiniz?” diye sorunca Hazret-i Ömer:
“-Yemeğimi, ekmeğimi pişirir, elbisemi yıkar, borcu olmadığı hâlde çocuğumu emzirir, beni haramdan korur. İşte bu sebeplerden dolayı onun bu dar boğazlıklarına ve hırçınlıklarına tahammül ediyorum.” der. Adam:
“-Benim hanım da aynı şeyleri, belki daha fazlasıyla yapar.” deyince, Halife:
“-O hâlde sen de git, onun dili ile yaptığı eziyete sabret. Dünya hayatı gelip geçiyor. Zaten şurada ne kalmıştır?” buyurur.
Başka bir kıssada da insanların birbirine yaptıkları eziyetlere sabretmenin neticesinde ulaşacakları ecir şöyle anlatılır:
Büyük hekim ve filozoflardan İbn-i Sîna, Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri’nin methini duyar ve kendisini ziyaret etmek ister. Uzun bir yolculuktan sonra arayıp sorar ve evini bulur. Kapıyı çalar. İçeriden:
“-Kim o?” diye bir ses gelir. Kendisini tanıtıp “Ebu’l-Hasan” ile görüşmeye geldiğini söyler. Kadın, yüksek sesle ve hakaretler ederek:
“-Ne yapacaksın, o beceriksizi… Allah kahretsin, alçak adam, oduna gitmiştir!..” diye ağzına geleni söyler. Bunun üzerine hayretler içinde kalan İbn-i Sînâ, ormana doğru yönelir. Ormanın başladığı yerde, bir adam arslanın sırtına odunları yüklemiş kendilerine doğru yaklaşmaktadır. Selâmlaşır, tanışırlar. İbn-i Sînâ, aradığı adamın karşısında olduğunu görünce şaşırır ve evde olup biteni sorar. Bunun üzerine Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri:
“-Biz evdeki kaplana tahammül ettiğimiz için Rabbimiz, dağdaki aslanı bize musahhar kıldı.” der.
Bu ve benzeri pek çok îkaza ve zirve şahsiyetlerin örnek hayatlarına rağmen, “Ne yapalım, ben asabîyim!” diyerek, bunu bir mazeret olarak göstermek, şahsiyet zaafıdır. Ayrıca öfke kontrolü için her an uzman terapileri, yol gösterici yazı ve kitaplar bulmak da mümkündür. Yeter ki kişi, öfkenin yapabileceği tahribatın farkında olsun ve bunu engellemeye çalışsın. Öfke ânında sabretmeyi teşvik sadedinde, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Güçlü kimse insanları güreşte yenen değil, öfkelendiği zaman öfkesini yenen kimsedir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107)
Böylece öfkelendiğinde yumruğunu masaya vuran, etrafındakileri incitmekten çekinmeden esip gürleyen kişinin değil, o anda sâkinleşmeyi başaran kimselerin hakikî güçlü olduğuna dikkat çekmiştir Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Başka bir hadîs-i şerîfinde de İki Cihan Efendisi:
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” (Buhârî, Îman 4-5) buyurarak, işin ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Gerçekten “Müslüman” diye adlandırılabilmek için “etrafındakilerin elinden ve dilinden zarar görmediği kişi kıvamında olmak” gerektiği, daha açık nasıl ifade edilebilir? Bu hadîs-i şerîfi göz önünde bulundurarak başta âilemiz olmak üzere, çevremizdeki insanları maddî-mânevî zarara uğratıp uğratmadığımızı, incitip incitmediğimizi, kul haklarını ihlâl edip etmediğimizi gözden geçirmek, âhiret selâmetimiz açısından zarûrîdir.
YORUMLAR