5- Âile İçinde Kalması Gereken Meselelerin Paylaşılması:
İçinde doğup büyüdüğü âilenin bir ferdi oluşunun ötesinde, yeni bir âilenin temel taşı olan fert, konumunun farkında olmalıdır. Kişi bekârken âilesiyle her şeyini istediği ölçüde paylaşabilir. Fakat yuva kurduğunda, kazanmış olduğu yeni pozisyonun sorumluluklarına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Eşiyle arasındaki ufak tefek meseleleri âilesine taşıyanlar, hem sırrını muhafaza edememiş olacak; hem de âilesinin eşini olumsuz olarak tanıyıp hep öyle hatırlamasının ve kolay kolay unutamamasının müsebbibi olacaklardır.
Paylaşılan problem, eşler arasında hallolmuş olsa bile, anne yüreği ya da baba gururu, bunu belki de bir kırgınlık sebebi olarak uzun süre aklında tutacaktır. Hele bir de konuşulanlar, ebeveyn tarafından gelin ya da damada aktarılır, üstüne üstlük sîgaya çekilme mevzubahis olursa; eşler arasında güven zedelenmesi, kapanmış olan yaranın tekrar açılması, yeni kırgınlıkların doğması gibi kalıcı problemler ortaya çıkabilecektir.
İslâm, boşanma aşamasına gelinmiş durumlarda, her iki âileden hakem tayin edip durumun masaya yatırılması ve meselenin birçok boyutuyla istişâre edilmesini âyet-i kerîme ile prensip olarak sunmuştur:
“Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit kendilerine erkeğin âilesinden bir hakem, kadının âilesinden de bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur.” (en-Nisâ, 35)
Böyle ciddî bir durum söz konusu olmadıkça, sırların muhafazası, âile huzuru için çok mühim bir alışkanlık hâline gelmelidir.
Âilelerin de bu noktada olgun davranarak sorularla evlâdının ağzından lâf almaya çalışmaması, ciğerpârelerini şikâyete yeltenmekten men edip, eşiyle iyi geçime ve meselelerini kendi aralarında halletmeye teşvik etmesi, lüzumsuz meraklardan kaçınması gerekir.
Eşler, kendilerini aşan durumlarda, anlaşarak uzman yardımı alabilir ya da akl-ı selîm sahibi bir bilir kişi ile istişare edebilir, fıkhî meselelerde işin ehline danışabilirler elbette... Ama normal şartlarda âile içerisinde olup bitenin orada kalması gerekirken bunun yerine üçüncü şahıslara aktarılması, her şeyden önce “gıybet” ve “âile sırlarının ifşâsı” demektir. Bu durum bir defa bile olmuş olsa yuvanın sallanmasına sebep olurken bir alışkanlık hâline dönüşürse, âkıbet tehlikelidir.
“Ev” deyince emniyet, huzur ve güven akla gelir. Tıpkı ilk ev olan Kâbe’nin olduğu gibi… Allah Teâlâ:
“…Kim oraya girerse emîn olur…” buyurmaktadır. (Âl-i İmrân, 97)
Evlerimizin de bu güven ve emniyet ayarında olmasına özen göstermemiz gerekir. Dolayısıyla evlerimizin bir kudsiyet taşıdığını ifade edebiliriz. Bu mekânları koruma ve sürdürmede herkes sorumludur. Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere, “Hepimiz çobanız ve güttüklerimizden mes’ûlüz.” Evlerimiz sadece barındığımız yerler olmadığı gibi; onun mahremiyeti de sadece yatak odalarına mahsus değildir.[1] Sırrın ifşâsını Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “şer” olarak niteleyip:
“Şüphesiz ki kıyamet günü, Allâh’ın en çok ehemmiyet vereceği emânet, karı-koca arasındaki emanettir. Karı ile koca, birbiriyle içli dışlı olduktan sonra hanımının sırlarını erkeğin etrafa yayması, o gün en büyük ihanettir.” buyurmuştur. (Müslim, Nikâh, 123-124)
Hadîs-i şerîfte kadının sırrına öncelik verilmesi, mahremiyetteki önceliğinden olabilir, tabii ki, hemen yanında erkeğin sırrı gelecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“…Kadınlar sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz…” (el-Bakara, 187) buyurulmaktadır.
Elbisenin yüklendiği fonksiyon ışığında âyet-i kerîme tefekkür edildiğinde, onun insanı ve ayıplarını örtüşü, sarıp sarmalaması gibi karı-kocanın da birbirlerinin kusur ve ayıplarını örtmesi gerektiği hatıra gelmektedir. İnsan, elbisesiyle ne kadar yakın ise, karı-koca da birbiriyle çok yakındır ve öyle de olmalıdır. Onların dışındakiler ise, aralarında olup bitenden haberdar olmamalıdır.
Mü’minin bütün insanlara karşı takınması gereken tavrı, hadîs-i şerîf zaten mükemmel bir şekilde özetlemiştir:
“Bir kul bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter.” (Müslim, Birr, 1/72)
Âile sırrının muhafazasında kadın ve erkek alışkanlık kesbettikçe, bunu âileye zaman içinde katılan çocuklara da öğütlemek, onların da aynı hassasiyeti taşımalarını öğretmek takip etmelidir.
Bu mevzuda titizlik gösterildiğinde, muhtemel kafa karışıklığı ve gönül huzursuzluklarına da kapı kapatılmış olacaktır. Zira boşboğazlıkla paylaşılan âile içi meseleler hakkında, her kafadan farklı bir ses çıkacaktır. Duygusallıklar objektif olmayı engelleyecek; eğitim farklılıkları, kişileri yanlış yönlendirmelerle yüz yüze getirebilecektir. Ayrıca bu durum, nazar, hased ve fitneye de açık bir davetiye çıkartılması mânâsı taşıyacaktır.
“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kişi, ya hayır söylesin, ya da sussun!” (Buhârî, Edep, 31, 85; Rikâk, 23) hadîs-i şerîfi bu konudaki hassasiyetimizin aynı zamanda îmânımızın seviyesini göstereceğine de bir nevî işaret buyurmaktadır.
Çünkü haklılık davasını veya şikâyetleri insanlara arz etmek, onların zayıf, basiretsiz, meselelerin iç yüzünü bilmeden veya önyargılı değerlendirmelerine müracaat etmek; şüphesiz her şeyi ilmiyle kuşatan ve yaptığı her işinde hikmet olan Âlemlerin Rabbi’ne havale etmekle bir olmaz. Allâh’a, âhirete ve kadere îmânı güçlü olan kimse, yaşadığı sıkıntı ve dertleri, her fırsatta insanlara şikâyet etmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü mühim olan, bu dünyada insanların bizi haklı görmesi ve bizim yanımızda olması değil; âhirette, o çetin günde yüz akı ile çıkabilmektir. Bu da bazen hoş görmeyi, bazen affetmeyi, bazen de haklı olsak bile sükût etmeyi gerektirir. Çünkü Allah rızâsı için yapılan hiçbir şey boşa gitmez; hiçbir yanlış ve kötülük de kayıttan silinmez.
[1] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: www.besiktasmuftulugu.gov.tr. (Âile Mahremiyeti, Selva Özelbaş)
YORUMLAR