Geçen yazımızda, “boşanma sebepleri ve çözüm yollarını” sıralamaya başlamış ve ilki olan “Geçimsizliği” açıklamıştık. Şimdi aynı maddelere devam edelim:
2- Eşinin Âilesini, Kendi Âilesi Gibi Görememek
Akl-ı selîm sahibi her kişi şu gerçeği teslim eder ki, bir yuvanın kurulması, sadece iki kişinin hayat arkadaşlığından ibaret değildir. Bilâkis iki âilenin de birbirleriyle yakın akraba olması demektir. Böylelikle evlilik sayesinde kişi, artık iki âileye sahiptir. Gerçek mü’min olmanın şartını, “kendi nefsi için arzu ettiği bir şeyi din kardeşi için de arzu etmek” (Buhârî, Îman, 7) şeklinde prensipleştiren Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayatımızın tamamını kuşatan pratik bir kurtuluş reçetesi sunmaktadır, her zamanki gibi… Bu itibarla, kendi âilesine eşinin göstermesini beklediği hürmeti, eşinin âilesinden esirgemek, ne kadar çarpık bir zihniyettir!
Hürmet demişken; bunu soğuk ve resmî bir şekilde “anne-baba” demekten ibaret saymayı kastetmiyorum. Hayat arkadaşının üzerinde en çok hakkı olan, onu gözlerinden sakınarak yetiştirenlere, kendi âilesi gibi kıymet verip yakından ilgilenmektir, gerçek hürmet…
Âilelerin evlâtlarını doğru yönlendirmesi, bu mevzuda çok mühim bir unsurdur. Sığ fikirli nice insanlar, evlâdının, eşinin âilesine olan hürmetini hazmedememekte, bunun âilede huzur ve mutluluğun temellerinden olduğunu düşünememektedir. Empati mahrumluğu, ufuk darlığı, yeni duruma adapte olmakta zorlanmayı getirmektedir. Ardından da evlâdına kayınvâlide-kayınpederine hürmeti öğütlemek yerine kapris yapıp huzursuzluk çıkaranlar, öncelikle kendi ciğerparesinin yuvasına gölge düşürmektedir.
Ebeveynleri bilinçsiz davranan gençlerin, iki tarafı idare edecek olgunluğu göstermeleri; saâdetlerine yapacakları güzel bir yatırım olacaktır. Akıllı davranarak kendi yuvalarının huzurunda, iki âileye hürmetin rolünü unutmayıp, câhilâne tavırlara hoşgörüyle mukâbeleyi başarmaları, muhtemel krizleri önleyecektir.
Kendileri de zaman içinde anne-baba olan gençlerin, kayınvâlide-kayınpeder olduklarında görmek istedikleri hürmeti hayal ederek, davranışlarına çekidüzen vermeleri, fazilet sahibi olmanın gereğidir.
Anne-babalar da âilelerine gelin ya da damadın katılmasını, kız ve erkek evlât kazanmak olarak gördükçe, tadına doyum olmayan muhabbetlerin yaşanılması muhakkaktır. Bindiği dalı kesmekten farksız muâmelelerle, evlâtlarını huzursuz eden ebeveynler, yüklendikleri misyonun hakkını veremeyerek iki cihan saâdetlerini zedelemiş olmaktadır.
3- Hayatının Gâyesini Unutmak
Zinâ gibi, kişiyi îmandan uzaklaştıran haram ve çirkin bir fiile karşılık evlilik, İslâm’da çok büyük değer taşıyan mukaddes bir kurumdur. Zinâya düşme ihtimali olan kişi için farz hükmünde olan evlilik, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terk edilmesini istemediği bir sünnetidir. Bu sünnetin icrasıyla kurulan yuvada, Rabbimize kulluk gâyesiyle yaratıldığımızı her unutuş, bize yanlışların, nefis ve şeytan vesveselerinin kapısını aralayacaktır.
Ömür denen bitiş zamanı belirsiz yolculukta, bize eşlik eden hayat arkadaşımız, Rabbimizin rızâsına kavuşma uğrunda bir yardımcı da olabilir, başlı başına büyük bir imtihan vesilesi de… Amacı unutup, zaman zaman yaşanan imtihanlarla isyana düşmek, intikam ya da misilleme hareketlerine kalkışmak, kalbimizi gereğinden fazla onunla meşgul edip, ibadetlerimizde, hayatımızda ihsan duygusundan, huşûdan uzaklaşmak, âhiret başarımızı gölgeleyebilir. Mevlâ’nın bize emânetlerinin en önemlilerinden olan hayat arkadaşımıza, kul hakkı mefhûmunu gözetmeden davranmak, ölçüyü şaşırdığımızın göstergesidir.
Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını Kur’ân-ı Kerîm’de sıralarken, “Onlar emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8) âyetiyle emânetin ve sözün önemini vurgulamaktadır. Rehberimiz, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise muhteşem Vedâ Hutbesi’nde:
“Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Allâh’ın emaneti olarak aldınız ve onların nâmuslarını kendinize Allâh’ın emriyle helâl kıldınız.” buyurarak bu emanetin önemli bir parçasına işaret etmiştir.
Molla Câmî Hazretleri:
“Kâbe bünyâd-ı Halil-i Âzerest,
Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest”
diyerek, bir zerresine zarar getirmekten imtinâ ettiğimiz Kâbe’nin, Âzer oğlu İbrahim -aleyhisselâm- tarafından yapıldığını, (hor ve hoyratça kırıverdiğimiz) gönlün ise Rabbimizin nazargâh-ı ilâhîsi olduğunu; kıymetinin böylece ölçülmesi gerektiğini ne güzel ifade ediyor. Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi de:
“Sakın incitme bir canı,
Yıkarsın Arş-ı Rahmân’ı” derken ciddi bir ikazda bulunuyor. Ya Yûnus Emre? Ne de çok seviyoruz, söylüyoruz ilâhîlerini…
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil!
Yetmiş iki millet dahî
Elin yüzün yumaz değil.
Yunus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir…”
mısralarını sıkça söylüyoruz, ama ne kadar tefekkürle hayata geçirebiliyoruz, tartışılır.
Genelde hayat maratonumuzun büyük çoğunluğunu birlikte geçirdiğimiz, hukuku konusunda inceden inceye uyarıldığımız hayat arkadaşımız, bizim hakkımızda Rabbimize nasıl şâhitlikte bulunacak acaba?! Yoksa -Allah muhâfaza- hakkını ihlâlden dolayı, eşimiz, o dehşetli kıyamet gününde bucak bucak kaçacağımız kişilerden mi olacak? (Bkz: Abese, 36)
En basitinden tebessümümüzü -sadaka olarak- o en yakınımıza ne kadar bezledebildik?! Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “Farz olan ibadetlerden sonra Allah yanında amellerin en sevimlisi, müslümanın kalbine sevinç vermektir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 193) buyruğunu, eşimizin şahsında ne kadar başarabildik?
Hayatta karşılaştığımız türlü cilvelerin Rabbimizin nasıl davranacağımızı sınayışları olduğunu fark ettiğimiz müddetçe, küçük sularda boğulmayıp, engelleri, yükseklere tırmanmada basamak hâline getirebiliriz sabırla, duâyla… Zaaflarımız neredeyse imtihanın oradan geldiğini, zor gelmeyen bir durumun zaten imtihan mâhiyetini taşımayacağını unutmadığımız sürece, hayatı daha iyi değerlendirebiliriz. Bütün bunları hayata geçirmek için birbirimize sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeliyiz.
Helâlleşilmediği müddetçe, sadece tevbe etmekle affolunmayan, Arafat’ta vakfe esnasında bile silinmeyen, farklı kategoride bir günah; “kul hakkı”… İlk önce hakları sorulacak kullar ise, âile fertlerimiz… Biliyoruz, îman ediyoruz; fakat buna rağmen şeytana ve nefsimize yenik düşerek en çok hakkını ihlâl ettiğimiz kişiler, yine onlar oluyor maalesef… Fücûr ve takvâyı ilham eden nefsin telkinlerinin “gel-git”leri arasındaki bocalayış neticesi, toplumda kul hakkı konusunda kılı kırk yararken, sıra âilemize gelince aynı itinayı gösteremeyebiliyoruz.
“Allâh’ın emri, Peygamber’in kavli” ile başlanan bu yolculukta kurtuluş reçetemiz Kur’ân ve Sünnet’e sıkı sıkıya sarılabilirsek, kâlimizle hâlimiz daha uyumlu olacak; “kalb-i selîm”le Mevlâ’nın huzuruna çıkış endişesini gündemimizin birinci maddesine oturtmayı daha çok başarabileceğiz, inşâallah…
4- Tanışma ve Nişanlılık Dönemindeki Hassasiyetlerin Evlenince Terk Edilmesi
Evlilik için yapılan görüşmedeki îtinâyı bir düşünelim. Konuşma plânları, kıyafet seçimi, konuşurken gösterilen nezâket, iltifatlar, vb… Nişanlılık da hâkezâ... Bir hata yapmamak, yanlış anlaşılmamak için elden gelen bütün gayretler gösterilmeye çalışılır. Hoşgörü, görmezden gelme had safhadadır. Bunlar, elbette ki güzel heyecanlardır; ama eğer bütün bunlar tabiî hâlin maskelenmiş biçimi ise, büyük bir hata yapılıyor demektir. Kendini olduğundan farklı göstermek, o farklılık gerçekten hayata oturtulamayacaksa iki yüzlülüktür, aldatmacadır. Evlenince, birbirinin en yakını olunduğunda da güzel hâli koruyabilmektir ideal olan...
Birinci yazımızda bahsettiğimiz gibi, körüklenerek sönmesi önlenecek bir ateştir muhabbet… Zedelenmemesi, körelmemesi uğruna ne yapılsa azdır. “Artık nasıl olsa benim eşim, her türlü nazımı çeker ya da çekmek zorunda!..” düşüncesiyle gerekli önemi göstermemek, vazifelerini, ilgiyi ihmal etmek, birlikteliğinin kıymetini bilmeyerek sıradan biri gibi davranmak inciticidir. En yabancı insanlara, iş arkadaşlarına vs. gösterdiği nezâket, incelik ve yakınlığı eşinden esirgemek, yuvada huzura vurulabilecek en büyük darbelerden biridir.
Münir Arıkan, “Âile Zekâsı” konulu bir seminerinde bu durumdan şu çarpıcı misallerle bahsetmişti:
“Evlenmeden önceki gibi davranmamak, sergilediği profili değiştirmek, taraflar üzerinde hayal kırıklığı yaratır. Bazılarının iş arkadaşı hanımlara gösterdiği nezâket, iltifat nerede; beylerin hanımlarına gösterdiği nezaket ve iltifat nerede?”
İş yerinde mesâîdesiniz, gecenin 11’inde aranıyorsunuz. Patron ya da müdür işlerinizi soruyor.
“-Aradı, önemsedi” diye mest oluyorsunuz. Nezâket, teşekkür vs...
Yine gecenin 11’i, eşiniz arıyor. Cevap gayet kaba:
“-Ne?! Ne var ?” Karşıdan çekinerek cevap geliyor:
“-Gelirken ekmek al, diyecektim.” Sizse:
“-Beni rahatsız etme demedim mi?!” türü azarlamalarla cevap veriyorsunuz. Eşinizin yine böyle bir aramasında şöyle bir ses duymuş olsanız:
“-Bu bir bant kaydı değildir; şu anda paralelde Cumhurbaşkanı var ve eşiyle en iyi konuşan kişiye 1.000 lira ödül vaad ediyor.”
Nasıl konuşursunuz? Dikkat edin; “Paralelde değil, hatta bizzat Allah var!” ve puan veriyor.
Sekreterinin gelişimine beş saat ayırırken, eşinin gelişimine beş dakika ayıramıyorsan; işin için sık sık toplantı yapıyorken, âilenin kurtulması için toplantı yapamıyorsan yanlış yoldasın!..
Îtidâli muhafaza ederek, nişanlılıkta kendini olduğundan farklı tanıtmamak, ileride devam ettirmeyi düşünmediği tavır ve tutum içinde olmamak mühimdir. Evlilikle birlikte esas sorumluluk sürecinin başladığı hassas dönemde hareketlerine hayatı boyunca Allah rızâsını gözeterek özen göstermek, iki cihan saâdeti için en uygun davranış şekli olacaktır. (Devam edecek.)
YORUMLAR