Rabbimizin dilediğine dilediği kadar bahşettiği çocuk nîmeti ve Kur’ân’ın tabiriyle “fitne”si, varlığı ve yokluğu ile ayrı birer imtihandır. Eşlerden birinin veya her ikisinin rahatsızlığı ile ya da tespit edilen bir sebep olmaksızın çocuk hasretiyle sınanma, pek çok âilenin karşı karşıya geldiği bir vâkıadır.
Böylesi durumlarda eşlerin birbiri ile dayanışmasını artırması, farklı sosyal aktivitelerle şeytanın ve nefsin vesveselerine fırsat vermeyecek şekilde zamanlarını değerlendirmeleri, toplum baskısına birlikte göğüs gerip, Mevlâ’nın bu imtihanından yüz akıyla çıkma gayretinde olmaları isabetli olacaktır. Aksi takdirde çevre ve akrabaların şuursuz ve câhilce sorularıyla artan mahzunluk ve sıkıntıya, eşlerin birbirine karşı anlayışsız tavırları eklenirse, ciddi çatlaklar baş gösterebilir yuva içinde…
Özellikle eşlerden sadece birinin rahatsızlığı sebebi ile çocuk sahibi olamama durumunda; diğer eşin, bu imtihana bizzat kendinin de tâbî tutulduğunun şuurunda olarak sabır, metanet ve anlayış göstermesi, Rabbimizin râzı olacağı bir davranış olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın benzer şekilde bir rahatsızlıkla, bu duruma kendisini de sebep kılmasının mümkün olduğunu hatırından çıkarmayarak, eşinin hissiyâtını anlayabilmelidir.
Çocuk emanetini, dilediği kuluna veren Âlemlerin Rabbi’nden râzı olmak için, yine O’ndan yardım istenmelidir birlikte, el ele… Takdir-i İlâhî’ye birlikte boyun eğip; potansiyel evlat sevgisini, akraba ya da kimsesiz çocuklara bezlederlerse; “bir kuşluk vakti” mesabesindeki dünya hayatlarını, kendi kendilerine zindan etmemiş olurlar.
Hayat resmimizin bütününü göremediğimizden, bu imtihanla Rabbimizin nasıl bir hayır murad ettiğini bilemeyişimiz de tabiîdir. Bu yüzden elden gelen sebeplere sarıldıktan sonra, tevekkül etmenin gerekliliğini, “hakkı ve sabrı tavsiye eden mü’minler” olarak hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Diğer bir imtihan ise, çocuğun varlığı, çokluğu ya da cinsiyeti… Câhiliye döneminden kalan erkek çocuğa düşkünlüğün, müslüman toplumlarda hâlen az da olsa kendini göstermesi, hazin ve düşündürücü bir durum gerçekten… Soyadının devam etmesi, babanın işinin devamı vb. tuhaf dünyevî istekler yüzünden, daha çok kadınların mağdur edildiği, Rabbimizin bu tercihinden kadının -câhilce- sorumlu tutulduğu yuvalar, hâlâ var maalesef… Kur’ân kültüründen kopuşun acı neticeleri bunlar… Şûra Sûresi 49 ve 50. âyetleri meseleye noktayı koymuş hâlbuki:
“Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları hem erkek, hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi hakkıyla bilen, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
Kız çocuğunu istemeyen câhilleri de Nahl Sûresi, 58 ve 59. âyetlerde ne güzel tasvir etmiş Allah Teâlâ:
“Onlardan biri, bir kız ile müjdelendiğinde, öfkelenmiş biri olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün?! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!”
Bundan yirmi yedi yıl önce bir komşum, dördüncü kız çocuğunu dünyaya getirdiğinde, üniversite mezunu (!) eşinin tebrik bile etmediğini, surat asarak çocuğun ismini günlerce koymadığını anlattığında çok üzülmüştüm. Yine bir arkadaşım, beş kızı olan hâmile bir tanıdığına, doğuma giderken, eşinin şöyle söylediğinden bahsetmişti:
“-Bu da kız olursa eve getirme, nereye atarsan at…”
İnsanlıktan nasibi olmayan bu tip varlıklar için de:
“-Allah hidâyetini eriştirsin.” duâlarından başka bir şey gelmiyor elimizden ne yazık ki!..
Âile saâdetine ciddî gölgeler düşürebilecek bir başka durum ise, eşinin çocuk sahibi olma arzusuna, -maddî ya da psikolojik herhangi bir sıkıntısı olmamasına rağmen- soğuk ve mesafeli yaklaşmak; anne ya da baba olmayı istememektir. Rabbimizin hakkı verildiğinde nice ecirlerle müjdelediği, “anne ya da baba olma”ya karşı, uzun müddet “hazır olmadığını vs.” dile getirmek, diğer tarafı hayal kırıklığına uğratabilir. Modernist düşünce tarzlarından beslenen bu ifâdelerin altında yatan sebep incelenerek müsâmaha ile çözümlenmeye çalışılmalı; evliliğin temel gayelerinden olan “neslin devamı” konusunda daha sağlıklı, pozitif ve müslümana yakışır bir tutumun gelişmesi sağlanmalıdır.
Son olarak, çocukların varlığı sebebiyle meydana gelebilecek çeşitli imtihanlara ve âile huzursuzluklarına da kısaca değinelim.
Eşler, evlenmeden önceki hayatlarında kardeş, yeğen vb. sebebi ile çeşitli sorumluluk ve deneyimler yaşamış olabilirler. Böyle bile olsa, evlât sahibi olmak, gerçek mânâda ilk kez yaşanan bir durum olacağından; eşlerin bu konuda dayanışma ve hoşgörü ile el ele vermesi, bu lütfun dert hâline gelmesine engel olacaktır. Hâmilelik döneminde annenin ruh hâlinden çocuğun direkt olarak etkilendiği unutulmamalı; mutlu bir hâmilelik dönemi için elden gelen yapılarak, bebeğe karşı ilk sorumluluğun şuuru kuşanılmalıdır.
Çocuğun dünyaya gelişi ile üstlenilen yeni sorumluluklarda da eşler birbirine karşı duyarlı olmalıdır. İlk haftaların telâş ve acemiliği atlatılır atlatılmaz, anne, çocuktan dolayı yaşadığı yoğun temponun yanında eşine olan ilgisini azaltmamaya çalışmalı; en azından jest, mimik ve sözleri ile onu ihmal etmemelidir. Bey de eşinin annelik coşkusuyla yaşadığı bu yeni hâline alışma döneminde daha müsâmahakâr, anlayışlı ve fedâkâr olmalıdır.
Mükemmeliyetçilik vb. yaklaşımlar, her zaman kişiyi gerer ve karşı tarafı da yıpratır. Çocuğun eşyaları, oyuncakları ile değişen ev hâlini tabiî karşılamamak, takıntılı bir tavır olacaktır. Elbette belli hassasiyetler korunabilir; ancak özellikle küçük çocuk sayısının fazla olduğu durumlarda, çocuklardan önceki ev düzeninin beklentisi içinde olmak, merhamet ve insafla bağdaşmayacak, netice itibariyle âile huzurunu baltalayacaktır. Takatin üstünde beklentiden kaçınma, her zaman eşlerin prensibi olmalıdır.
Tam tersine daha sonra hasretle yâd edilecek olan bu zamanlarda; neşe kaynağı, masum çocukluk devrelerine keyifle şâhitlik etmek, onların “çocukluk”larına gülüp geçmek, tadını çıkarmak, daha akıllıca bir davranış şeklidir. Bu da çocukların daha mutlu, sakin ve hoşgörülü bir ortamda büyümesini sağlayacaktır.
En çok altını çizmek istediğim bir problemse; eşlerden birinin kendini “sütten çıkmış ak kaşık” olarak görürcesine, çocukların hata ve olumsuz tavırlarından dolayı diğer tarafı suçlamasıdır.
“-Senin oğlun, senin kızın…” vb. diyerek başlayan incitici ve mevcut durumdaki kendi sorumluluğunu yok saymaya çalışan cümleler, hiç de yapıcı ve çözüme yönelik olmayacaktır. Anne-baba olarak evlâdın mutluluğu ya da bedbahtlığı, bizzat kendi hâllerine yansıyacağına göre; problemlere birbirini suçlamadan, kafa kafaya verip iş birliği yaparak, sükûnetle yaklaşmak gerekir. Aksi takdirde çocukların âsi ya da yaramaz oluşu yüzünden karı-kocanın arasında tartışmalar ve soğukluk olması mukadderdir. Bu ise “binilen dalın kesilmesi”dir aslında...
Çocuklar, birlik ve beraberlik içinde, karşılıklı sevgi ve saygılarını muhafaza ederek hareket eden ebeveynlerin gölgesinde, daha sağlıklı ve huzurlu fertler olarak yetişirler. Ebeveynlerin de esas maksadı bu olduğuna göre, “birbirini yemek” yerine, soğukkanlılıkla problemi tespit ve tahlil etmeye, gelinen noktada nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine karar vermeye çalışırlarsa, hedeflerine muvâfık davranmış olurlar. Muhâtabının nefsini kışkırtmadan:
“-Bana ne oluyor da sizi böyle görüyorum?” buyurarak kendine görme kusuru izâfe eden Efendimiz (s.a.v)’in bu örnek davranış modeli, ümmetine de en çok yakışacak tavırdır. Böylece insanlar birbirlerini suçlayıcı tarzda, saldırgan bir tavır içinde olmazlar; hatayı telâfî etme yaklaşımı ile şefkat ve merhamet üslubu geliştirmiş olurlar.
Çokça yaşanan bir diğer problem de; çocuklara sinirlenip acısını eşinden çıkarmak, ona patlamaktır ki, bu çok yanlış bir tutumdur. Ya da çocuklarla ilgili sıkıntılar yüzünden eşine bir açıklamada bulunmadan suratını asıp somurtmaktır. Bu durum, iletişim probleminden kaynaklanır. Duygularını ifâde etmekte zorlanan, konuşmamayı tercih eden taraf, bu somurtkanlığına eşinin bir mânâ verememesine ya da aldırmamasına daha çok kızar ve içine kapanır iyice…
Öfke kontrolü azlığının de tesiriyle, patlamaya hazır bir bomba gibi, içi içini yer; eşinin de yalnız ve mahzun olmasına sebep olur. Hâlbuki en azından:
“-Şu an konuşmak istemiyorum; ama suratımın asıklığının seninle bir ilgisi yok!” gibi kısa bir açıklama yapması bile önemli bir krizi önleyecektir. Sâkinleştiğinde ise, kendisini en iyi anlayabilecek olan eşiyle duygularını paylaşması, ikisini de rahatlatacak, çıbanın içten içe büyümesini önleyecektir.
“Câriyenin efendisini doğurduğu” (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îman, 37) şu âhir zamanda, çocuk yetiştirmek, her geçen gün daha da zorlaşan bir sorumluluk iken, bunu aynı yastığa baş koyduğu eşiyle arasında bir gerginlik meselesi yapmak, ilâve dertler getirir. Bozuk bir makineyi onaracak tamircinin psikolojisini bozup; ardından kendisinden verimli bir iş beklemek gibidir bu… Kişinin o konuda kendisi gibi hissedebilecek en yakın varlığını, hayat arkadaşını incitip, sonra da ondan çocuklarına karşı hiçbir stres yaşamamış gibi verimli eğitim ve yaklaşımlar beklemek; ayağına çelme takıp düzgün yürümesini istemekten farksızdır.
Çocuklarının meseleleri hakkında konuşup, gerekirse birlikte ağlamalı, güç birliği yapmalı; fakat birbirine haksızlık edip yıpratmamalıdır eşler… Aksi takdirde çocuklar yuvadan uçup da baş başa kaldıklarında; yorgun, yıpranmış, hayat neşesi kaybolmuş fertler olarak pişmanlık duyabilirler.
Rabbimiz, Âdem -aleyhisselâm-’ı katil, Nûh -aleyhisselâm-’ı inkârcı, Yâkup -aleyhisselâm-’ı kardeşlerini kuyuya atacak kadar gaddar evlâtlarla imtihan ederek misaller sunmuşken, bizlere de kaldıramayacağımız yükler karşısında sadece O’na sığınmak düşer.
İslâm neslini yetiştirmek gibi kutlu bir vazifenin neferleri olarak, eşlerimizle omuz omuza yürüdüğümüzde, şeytan ve yardımcıları hüsrana uğrayacaktır inşâallah…
YORUMLAR