Boşanma Sebepleri Ve Çözüm Önerileri

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce, fakültede bir hocamız, âile ve toplumun yapısındaki hızlı değişime dikkat çekerken “dul” kavramından şöyle bahsetmişti:

“-Eskiden dul hanım denince, akla sadece «kocası ölmüş hanım» gelirdi. Boşanma, toplumda çok seyrek rastlanan, fevkalâde hâdiselerdendi…”

Nereden nereye…

Yıl 2014, boşanmış ya da boşanmanın eşiğinden dönmüş, evliliği problemler içinde, zorla sürüklenen bir tanıdığı olmayan, maalesef yok gibi… Nereye doğru gidiyoruz? Nerelerde, ne tür yanlışlar yapılıyor?

Biz bu yazı vesîlesiyle toplumumuzun gittikçe büyüyen bu yarasına dikkat çekmek ve çözüm yolları üzerinde fikir üretmeye çalışmak istiyoruz. Bu konu, sık sık çeşitli istatistik rakamları ile masaya yatırılıyor, meselenin vahâmetine, toplumumuzun çekirdeğindeki aşınma ve bozulmaya dikkat çekiliyor.

Her sene boşanma oranlarının bir önceki seneyi arattığına dair haberler medyada paylaşılıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden yapılan derlemeye göre, son on yılda, toplam 1 milyon 43 bin 97 çift boşanmış. 2003 yılında 92 bin 627 olan boşanma sayısı, 2008 yılında 99 bin 663’e, 2010’da 118 bin 568’e, 2012 yılında ise 123 bin 325’e yükselmiş maalesef… Her birimiz, farklı farklı âile hikayelerinin şâhitleriyiz. Taraflarca öz eleştirinin cılız, eleştirinin ise şiddetli yapıldığı nice âile problemiyle yüz yüze geldik ya da kulak misafiri olduk.

Muhterem bir hocam, hâkimlik yapmakta olan ahbâbının şu feryadını esefle nakletmişti bize:

“-Her sene sayıları hızla artan boşanma dâvâlarına bakıyoruz. Nice âileler parçalanıyor. Allah aşkına, hanımlara ve beylere vazifeleri tekrar tekrar anlatılsın!”

Yine aynı hocamın şu tespiti de kulaklara küpe yapılacak cinsten:

“-Rabbimiz yüce kitabında eşler arasında bir meveddet yaratmasının kendi âyetlerinden olduğunu beyan buyuruyor. (Bkz: er-Rûm, 21) Bu “meveddet” (muhabbet), Allah Teâlâ’nın evlenen her çifte büyük bir lütfudur, sermayesidir. Ebeveyninden büyük bir sermayeyi miras alan kimi evlâdın, bu imkânı en güzel bir şekilde çoğaltması, kimisinin ise aynı mirası çarçur edip tüketmesi gibi, muhabbete de bu gözle bakmalıdır. Muhabbet, uğruna emek harcanarak çoğaltılabilecek, aksi hâlde zâyi edilebilecek bir sermayedir. Ayrıca muhabbet bir ateşe benzer ki; çoğaltılması ve sönmemesi için körüklemek, yeni çalı çırpılar ilâve etmek, emek harcamak ister.”

Âileler, toplumun aynaları ve yapı taşları… İşte bu yapı taşları ne kadar sağlam olursa, yapının kendisinin de öyle olacağı hayaliyle harcanmalı emekler… Fakat söz konusu emekler yetmiyor demek ki; her geçen yıl daha fazla yuvanın parçalandığını haber alıyoruz. Bu uğurda her bir ferdin, üzerine düşeni bir îman şuuru ve hassasiyeti ile yerine getirmesi; bu yaraların sarılmasında mutlaka fayda sağlayacaktır.

Yaklaşık yirmi beş yıllık tecrübe ve müşâhedemizle harmanladığımız, pek çok boşanma hâdisesinin ışığında tefekkürümüze başlayalım. Evvelâ yuva kurulmadan önceki sürecin ehemmiyetinden bahsedelim; ardından da nice hayallerle başlanan evliliklerin hangi sebeplerle sarsılacağını ve boşanmayla sonuçlanabileceğini, çözüm teklifleri ile birlikte sıralayalım:

 

Evlilik Öncesi Devre

Toplumun öz değerlerinden hızla uzaklaştığı çağımızda, evlilik öncesi süreçte pek çok farklı yaklaşım göze çarpıyor.

İstişâreden çok, duyguların akışının takip edildiğini, avâmî tabirle “elektrik alınması”nın (!) neredeyse birinci öncelik hâline geldiğini görüyor, duyuyoruz. Âilelerden habersiz görüşme ve buluşmalar, pek çok gencimizi hayal kırıklıkları ve acı tecrübelerle tanıştırıyor.

On-on beş yıl önce bir talebemin, evinden kursa gittiği izlenimini vererek çıkıp erkek arkadaşıyla buluştuğunu öğrenmiş; kendisiyle konuşmuştum. Bana söylediği şu cümle, hâlâ kulaklarımdadır:

“-Ne yani, siz hiç çıkmadınız mı hocam?”

Bunu, öylesine aksinin imkânsız olduğuna inanarak soruyordu ki, hâl-i pür melâlimiz adına içim parçalanmıştı. Kendimi toparlayıp doğrusunun ve sıhhatlisinin ne olduğunu; dînimizin çizdiği çerçeveyi kısaca izah ettiğimi hatırlıyorum.

“-Dest-i izdivâcınızı talep ederim!..” edep ve nezâketinden fersah fersah uzaklarda, hızına ayak uyduramadığımız iletişim (!) çağındayız. Sanal ortamlarda pek çok mahrem bilgi ve resimler paylaşılıyor. Âilelerden gizli görüşme ve mesajlaşmalar, hiç tanımadığı ya da kasıtlı olarak kendini farklı tanıtan kişilerle yazışmalar, görüntülü görüşmelere uzanabiliyor. Yabancı sayısız erkeğin eline resmini dağıtmaktan farksız fotoğraf paylaşımları, “Sadece izin verdiklerim görebilir” diye kendini kandırarak yapılıyor, çoğu zaman... Halbuki hiç de öyle sınırlı kalamayacağını cümle âlem biliyor. Sonra gelsin “hayranlık”lar, arkadaşlık ve “çıkma” (!) teklifleri…

Sahi nedir bu “çıkma”? Lügatimizde bu mânâ ve mahiyette olmayıp son yirmi yılda yerini yavaş yavaş sağlamlaştıran bu kavram, gittikçe daha çok sıradanlaşıyor. Evlilik öncesi neredeyse olmazsa olmaz bir tanışma safhası, güyâ... Amacı çok mâsum (!); ciddî olarak iddiâ edilenleri de var; arkadaşlıktan (!) ibaret olanları da… Kız ve erkekler “kanka” denilen kan kardeşi samimiyetinde arkadaşlıklar da yapabiliyorlar ayrıca... Veya böyle iddia ediyorlar.

“-Sizin içiniz fesat, biz sadece arkadaşız!..” diyorlar bir de...

İzleyerek büyüdükleri TV dizi ve filmleri, Avrupa’nın kokuşmuş toplum yapısından kopyalanıp yapıştırılmış pek çok çarpık misalle dolu çünkü... Çizgi filmlerden başlıyor, kız-erkek arkadaşlıklarının işlenişi… Çocukluk devresinin mâsumiyeti bile katlediliyor hâince... Hele lise çağlarının âdeta flörtsüz düşünülemediği dizi filmler, karşı cinsten bir arkadaşı olmayanlara toplumsal baskıyı artıracak mâhiyette… Bütün bunların farkındayız hepimiz... Akıntıda sürüklenen saman çöpü misâli olan gençlerimizin zihinleri, gönülleri ve şuuraltlarına yapılan bu taarruzlarla hep birlikte mücadele etmek; onlara şefkat ve hassasiyetle rehberlik yapmak mecbûriyetindeyiz.

Evlilik öncesi süreçte en mühim adım, doğru ve zamanında eğitimdir. Bu konudaki eğitimini erken bulduğumuz nice genç, yanlış kararlarla yapılmış evliliklerden sonra boşanmış olarak karşımıza çıkabiliyor. Ya da pişmanlıklarla dolu bir âile hayatı yaşamaya devam ediyor.

Hayatımız ve ölümümüzün Allah için olması gerektiği prensibi ile evliliğin de Allah için ve onun ölçüleriyle yapılması hedeflenmeli. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duâlarını süsleyen “hidâyet, takvâ, iffet, gönül zenginliği” kavramları, gençlere tanıtılmalı... Îmânın âdeta bir şartının da hayâ olduğu hatırlatılarak gençlerin, hevâsının arkasından sürüklenen kalabalıklara uymasının önüne geçmeye çalışılmalıdır.

Ebeveynlerin, ergenlik çağına giren gençlerin yalan yanlış bilgilerle kirlenmesine fırsat vermeden; kendisiyle rahatça konuşulup danışılabilecek yakınlık ve güvenilirlikte olması çok mühimdir.

“-Bana isminizi bağışlar mısınız?” nezaketiyle sorulan soruların devrinden, şahsî bilgilerini pek çok açıdan, cümle âleme rahatlıkla deşifre eden genç ve yetişkinlerin devrine geldik… Hâl böyle olunca, öz değerlerimizin nezâket ve güzelliğinin gençlerimiz için bir peri masalı hâline gelmemesi uğruna, hızla kolları sıvayıp; bir iletişim damarı bulmaya çalışmalıyız.

“-Bizim zamanımızda…” diye başlayan nutukları değil de arkadaşça sohbetleri kastediyorum elbette… Rabbimizin huzurunda öncelikle hesabını vereceğimiz münâsebetlerin âilemizle olanı olduğunu düşünürsek, bu uğurda ne yapsak değer…

Öncelikle ebeveynlerin meseleye bakışlarını, pergelin sâbit ayağını Kur’ân ve Sünnet’e oturtacak şekilde yeniden gözden geçirmelerinde fayda var. “Yeniden” diyorum; çünkü bilgi kirliliği öylesine had safhaya ulaştı ki; doğrular-yanlışlar birbirine karışmış durumda… Kur’ân ve sünnet çizgisi, kişiliklerde yeterince sabitlenmemişse, hızla aşınan değer ölçülerinin değiştirici anaforunda kolayca savrulabiliyor insanlar…

Evlilik, ırzı muhafazanın en korunaklı kalesi… Nâmusu muhafazanın, gözü muhafazadan geçtiğinin en önemli işaretini, Rabbimiz’in kıyametten önce insanlığa son îkazı olan kitabımızda buluyoruz:

“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış, onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar…” (en-Nûr, 30-31)

Bir başka işaret de âyetlerin sıralamasında gizli… Rabbimizin her işi hikmetli olduğu gibi âyetlerdeki sıralama da mesajlar içeriyor şüphesiz… Öncelikle erkeklere hitâb edilmesi, Asr-ı Saadet’te olduğu gibi hâlâ ezber bozuyor. Toplumumuzun, hattâ pek çok İslâm toplumunun en çok ihlâl edilen çizgilerinin başında geliyor, “nâmahremle karşılaşınca gözlerini dikmemek, bakışlarını indirmek”

Osmanlı zamanındaki zarif şemsiyelerin böyle bir vazifesinin de olduğunu duymuştum; indirilerek göz göze gelinmesini engelleyen… Kahvelerin önlerinde oturup, gelen geçen kimselere gözden kaybolana dek bakışlarını dikenler; karşılığında ücret veriliyor olsa, ancak bu kadar bakabilirler herhalde! Gerçi maalesef genç kızlar da Avrupâî kafa yapısını yansıtan hâl ve hareketlerle, her geçen gün daha fazla özümüze yabancılaşıp, özgürlük (!) adı altında pek çok yanlışa kapı aralayabiliyorlar.

Bu noktada, “Güzele bakmak sevaptır.” ifadesi, düşünülmeden sulandırılagelen, arkasına sığınılan bir cümle... Nâmahreme bakışla ilgili o kadar açık ve kesin ölçüler varken, halk arasında gezinen bir söz, ne kadar da rağbet görüyor!. Yukarıda da değindiğimiz gibi, ölçülerin sağlamlığı ve doğru temellendirilmesi ana mesele…

Açık ve kesin ölçüler, sağlam temeller demişken, bazılarını birlikte hatırlayalım. Temellerin en sağlamı, Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (el-Mü’min, 19)

“Kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (el-İsrâ, 36)

“Rabbin her an gözetlemektedir.” (el-Fecr, 14) âyetleri, bunların başında geliyor.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“…Gözlerin zinâsı bakmak, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayakların zinâsı yürümektir…”[1] hadîs-i şerîfi, günümüzün toplum hayatında pratiği neredeyse çok azalmış olan “göz zinâsından vs. sakınma” mefhumunu hatırlatmakta bize…

Yine başka bir hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz, yollarda oturmaktan kaçınmayı tavsiye ettikten sonra:

“Eğer oturmaktan vazgeçmeyecekseniz, hiç değilse (yolun) hakkını verin; buraların hakkı, gözü haramdan sakınmak, selâm almak ve güzel şeyler söylemektir.”[2] buyurarak göz zinâsına bir kez daha dikkat çekmiş olmaktadır.

Ansızın görmenin hükmü, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sorulduğunda ise, cevâben:

“-Hemen gözünü başka tarafa çevir.”[3] buyurması, eğip bükmeden çok net bir tavrı sergiliyor.

Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdise de çok ibret vericidir:

Genç bir kadın, soru sormak üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelir. Bu sırada Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcasının oğlu Fadl bin Abbas da orada bulunmaktadır. Onun, kadına uzunca baktığını gören Allah Rasülü, Fadl’ın başını tutarak öbür yana çevirir. Hazret-i Abbas’ın bunun sebebini sorması üzerine de şöyle buyurur:

“Bir genç erkek ve bir genç kadın gördüm; onların aleyhine şeytana güvenemedim.”[4]

Tasavvufî terbiyedeki temel esasların biri de “nazar ber kadem”dir ki, ayak ucuna bakarak yürümek demektir. Bu prensip, Allah Rasûlü’nün örnek ahlâkından alınmıştır.[5] Bütün bunlar, temiz, gözü-gönlü huzurlu bir toplumun başlangıcı ve devamı demek olan sağlıklı ve fitneden uzak yuvalar için…

Bakışmalar, işaretleşme ve konuşmaya, konuşmalarsa buluşmaya götürebileceğinden, İslâm, bu meşrû olmayan birlikteliklere giden yolları en baştan kapamıştır. İslâmî ölçüler kâle alınmadan yapılan buluşma ve “çıkma”lar, genellikle “birbirini tanıma isteği ve gerekliliği” kılıfının ardına saklanarak açıklanmakta ve gençler böylelikle başta kendilerini aldatmaktadırlar.

Nikâh gibi meşrû bir isteğe, gayr-i meşrû vasıtalarla ulaşmaya çalışmak, son derece mahzurludur. Yaşanan hadiseler de bu “birbirini tanıma” adı altındaki sürecin hiç de sağlıklı sonuçlar getirmediğini göstermektedir. Haramlar işlenerek hayırlı bir yola adım atmak, zaten ne kadar hayır getirebilir ki?! Laçkalaşmış, seviyesi korunmamış birliktelikler, yitirilen heyecanlar, monotonlaşmış diyaloglar, psikolojik yıpranmalar, İslâm’ın neden böyle bir şekli tasvib etmediğini de açıklar mahiyettedir. Elbette bu “flört” denilen dönemde, seviyeli ve mesâfeli bir tutumla birbirini daha iyi tanıyan çiftler de olabilir… Ama ya amel defterleri, Rabbimize verilecek hesaplar ne olacak? Ayrıca İmâm-ı Âzam bile babasının o mâlum elmayı yanlışlıkla ısırmasından dolayı -her ne kadar sonradan sahibinden helâllik alsa da- birtakım tesirler meydana geldiğini anlatıyorsa, pek çok haram işlenerek kurulan yuvalarda nasıl bir mutluluk ortaya çıkacak ve ne gibi evlâtlar yetişecektir, kim bilir?!

İslâmî ölçülere riâyet, “mâzinin temizliği”ni de sağlar ki; yuva kurulmadan önceki süreçte en mühim meselelerden biri de budur. Gençlerimize Allâh’ın râzı olacağı, helâl dâiresi içindeki bir hayatın, insana bu dünyada da huzur ve mutluluk getireceğini fark ettirmeliyiz. (Devam Edecek)

 

[1] Buhârî, İsti’zân, 12; Müslim, Kader, 20-21; Ebû Davud, Nikâh 43.

[2] Müslim, Selâm, 2; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 30.

[3] Müslim, Âdâb, 45; Ebû Davud, Nikâh, 43; Tirmizî, Edeb, 28.

[4] Tirmizî, Hacc, 54; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 75, 157.

[5] Osman Nûri Topbaş, İmandan İhsâna Tasavvuf, sh: 235.

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle