“Bir âile hâtıratından…”
Çocukluğum, dokuz kişilik bir âile içinde geçti. Beş kardeşiz. Âilemize, babaannem ve dedem de dâhildir. Büyükşehirlerde yaşamadık, tabiî üniversite yıllarına kadar… Yaşadığımız yer, Karadeniz’in bir ilçesi. Anadolu’ya âit kareleri görebileceğiniz bir çevre… Karadeniz’in yeşil yamaçlarını, fındık tarlalarını, soframızdan eksik olmayan lahana çorbası ve mısır ekmeğini anarak anlatmaya başlayalım.
Bilirsiniz, hemen hemen hepimizin çocukluk hâtıraları, dimağımızda tadına varılmaz bir lezzet bırakır. Anlatacaklarım da belki benzeri yaşanan pek çok hikâyeden bir tanesi...
Bu yazıyı, özellikle, kanaatsizlik çukuruna düşmüş, avuçları şeker dolu olmasına rağmen gözü aç feryat eden çocuklarla, babasının maaşını dikkate almadan markalı ayakkabı, kıyafet için tutturan gençlerin okumasını çok isterim. Biz, bu nesle uzak sayılmayız. Bizim de çocukluk ve gençlik dönemimizde esen farklı moda rüzgârları vardı. Fakat bizim rüzgârımız batı cephesinden değil, Anadolu’nun bağrından nefeslenen âile cephesinden esiyordu. Evet, bizim çocukluğumuz başkaydı. O yılların içinde sevgi, vefâ, hürmet, kanaat ve gayret vardı.
Babamız, yıllar yılı şoförlük yapmış gecesini gündüzüne katmış, helâl lokma peşinde koşan bir emektardı. Yoğun mesâîleri sebebiyle fazla beraber olamasak da her zaman evdeymiş gibi hissederdik. Çünkü bizimle arkadaş gibiydi. Üzerimizde hissettirdiği çok ayrı bir disiplin vardı. Kuru kuruya bir otorite değildi bu… Babamın gece yarılarında yorgun argın eve geldiği hâlde, saatlerce beşik salladığını, yine annemden dinlerdik. Şimdi ise, anne-babalar birbirlerini evlâtlarına şikâyet edip araya uçurumlar koyuyorlar. Şunu unutmayalım ki, bir âilede, huzurun devamlılığı, şikâyet kapısını kapatmaktan geçer.
Biz, babaya hürmeti, annemizden öğrendik. Onun tavırları, bize örnek olmuştu. Saat kaç olursa olsun, babama açılan kapı, sevgi ve güler yüzle açılırdı. Annemin çehresi, yorgunluğun izlerini taşısa da ilgi ve hürmet dolu tavırları bu izleri kapayan cilâ gibiydi, hâlâ da öyle…
Çocuk karakterine koyulan en temel harçlardan biri de ebeveynlerin birbirlerine karşı olan tutarlı tavırları, muhabbet ve hürmetleridir. Bunlar, bütün sözlerden çok daha tesirlidir. Elbette kimse kusursuz değil, ebeveynimizin hataları da olmuştur. Fakat davranış bütünlüğü oluşturmaları, bizde çok etkili olmuştu.
Babamla ilgili şu hâtıramı hiç unutmam. Kibrit kutularının ön yüzleriyle oynanan bir oyun vardı. Bunu oynamak için gazoz kapakları biriktirirdik. Aynı yüzü üst üste getiren, kapakları kazanırdı. Kumar değildi belki, ama ona giden bir basamak olabilirdi. Babam beni evde göremeyince sokağa çıkıp aramaya koyulmuş. Kâğıtları üst üste atar vaziyette görünce, bana öyle bir baktı ki, başka söze hâcet kalmadı. Nar gibi kıpkırmızı kesildim, başım önde mahcup olmuş bir hâlde eve döndüm. Bir daha da o oyunu oynamadım.
Gelelim anacığıma… Onu kendi sözleriyle anlatınca, bizim gözümüzde nasıl bir çehreye sahip olduğunu daha rahat anlayacaksınız:
“-Çocuklarım, benim annem, babam, akrabalarım ve arkadaşlarımdı.”
Evet, annem de babam gibi bir emektardır. Evimizde aralarında çok yaş farkı bulunmayan beş çocuğa ilâveten babaannem ve dedem de vardı.
Bakiye Annem (babaannem), hâkimlerin dahî karşısında konuşamadığı haşmetli, bir o kadar ince bir insan... Seyyid Babam (dedem) üzerine hiç güneş doğmamış, bir ümmî... Namaz sûrelerini rüyada öğretmişler kendisine. Harçlıklarımızı almak için sabah namazından sonra, kapısında uyku sarhoşluğuyla beklerdik. Çok eli açık bir insandı. Son zamanlarında Bakiye Annem’le birlikte yanımıza yerleştiler.
Annemin omuzlarında, beş çocuk ve bu, hizmet bekleyen iki büyük var. Tabiî bunun yanında ev işleri de cabası... Bunlar saymakla bitmez. İlk evlilik yıllarında hayvanlarımız da varmış. Annem sabah namazı kalkacak, hayvanları sağıp barınaklarını temizleyecek. Uzun yola giden babamı yolcu edecek, çocukların biriken bezlerini paklayacak, yemek, bulaşık ev temizliği yapılıp çamaşırları yıkanacak ve ütüler yapılacak. Bu denli yorgunluğuna rağmen annemin ilgisi, bizlerden hiç eksik olmazdı. Onu hep çocukluğumun en huzurlu sîmâsı olarak hatırlarım. Çocukluğumuz onun terbiyesinde geçti. Erkek çocuk olmamıza rağmen anneme ev işlerinde yardım etmekten zevk alırdık. Annem:
“-Hadi bakalım delikanlılar, ev süpürüyoruz; haydi bakalım sofrayı topluyoruz…” der, heyecan içinde bizi hizmete alıştırırdı. Kur’ân-ı Kerîm sevgisini kalbimize ilk koyan yine odur. Halka olur, onun tatlı dilinden sûreler öğrenir, hikâyeler dinlerdik. Âdeta şimdi yapılan yaygın eğitim metodunu uygulardı bizlere. Onunla oyunlar oynar, dinimizi bu oyun ve hikâyeler içinde öğrenirdik. İslâm’ın güler yüzünü, onun tebessüm dolu çehresinde tanıdık. Annem, dînî eğitimle beraber bazı kabiliyetlerimize de yön verirdi.
Müziğe ve müzik âletlerine olan ilgimiz, yine onunla şekil buldu diyebilirim. Saz çalmayı, ilk ondan öğrendik. Anacığım, dışarıdaki yanlış ortamlardan korumak için eline saz alıp çalar, türküler söyler, söyletir ve bizi eğlendirirdi.
O yıllar, babamızın maaşı mâlûm... Kıt kanaat geçindiğimiz zamanlardı. Dört erkek çocuk, küçük gelen ceketleri sırasıyla kullanırdık. Annem, babamın pantolonlarını bozar, bize göre tekrar dikerdi. Gömlek yakalarını ve manşetlerini ters çevirerek yenilerdi.
Hiç unutmam, ilçemiz civarında turnelere çıkılan bir okul faaliyetinde, bana da sahneye çıkma görevi vermişlerdi. Ama giyecek yeni bir ceketim de yok. Eskimiş ceketle de çıkmak olmaz. Tabiî, çocuk da olsam, bir gurur taşıyorum. Yenisini almaya gücümüz yok, talep de edemem. Bunu problem hâline getirmeden, kendi aramızda bir hâl çaresi düşündük. Bir gece önce, arkadaşımdan ceketini ödünç olarak aldım. Şimdi olduğu gibi kıyafetler dolup taşmazdı dolabımızdan... Kendimize ait bir dolabımız da olmadı hiçbir zaman... Eşyalarımızı genellikle ortak kullanırdık... Ceplerimiz parayla dolu değildi, istediğimizi alamazdık belki, ama evimiz huzur ve muhabbet ortamıydı.
Sofraya oturduğumuzda, kimse bir diğerini düşünmeksizin yemezdi. Bir zeytini paylaştığımız günlerimiz çok olmuştu.
Sakızdan çıkan bir bisikletimiz vardı. Büyük ağabeylerim, senelerce onu kullanmışlar, sıra bize gelmişti. Gelin görün ki, bisiklet çoktan paslanmıştı. Her sene pasını var gücümüzle zımparalar öyle kullanırdık. Artık kullanılamaz hâle gelince yenisini almak için benden büyük ağabeyimle beraber su satmaya karar verdik. İçimizde öyle bir heves vardı ki, alacağımız o bisiklete binmek hayaliyle yaşadık bir süre... Evde buzluklarda su biriktirir, onları pazar yerine götürür, satardık.
“-Amca, teyze, suyum buz gibi!..”
Her sene böyle para biriktirirdik. Evin giderlerini görünce de dayanamaz her seferinde parayı annemize, babamıza verirdik. Böylece senelerce bisiklete binemedik tabiî. Bakın, o heves sonra bizden nasıl çıktı: Ağabeyim, fakültede göreve başladığında vitesli bir bisiklet aldı. Biz artık çocuk değildik, ama yine de o kocaman hâlimizle binip içimizde yıllarca birikmiş olan hevesimizi gidermiştik.
Evin geçimi için âdeta muhâsebeci gibi hesap yapardık. “Ne kadar masraf yapılmalı, nasıl harcanmalı?” Kâğıt üzerine dökümünü çıkarırdık. Babamın maaşını, hepimiz kuruşu kuruşuna bilirdik. Cüzdanı hep dolabın üstünde dururdu. Herkesin gözü önünde... Kimse el uzatmazdı.
Çocuğuz, oyun çağındayız tabiî. Ama oyuncaklar, ateş pahası.
“-Baba, bize şu oyuncağı al!” diye bir talebimiz olmadı. Gözümüz yeni çıkan akülü arabalarda, ne yapsak, ne etsek düşündük. Arabayı kendimiz yapmaya karar verdik. Hem böylesi, çok daha zevkli olacaktı bizim için. Testere, çivi her şeyi babamın tezgâhından kullanırdık. Marangoz gibi çalışırdık. Ortaya bilyeli, pedallı güzel bir araba çıktı. Oyuncakları almak yerine kendimiz üretmeyi tercih ederdik. Babam, bu konuda örnekti bize... Kırılan bir şey hemen atılmazdı. Babamın usta ellerinden geçer, tamir edilirdi.
İhtiyacımız olan şeyi, bütçemiz sınırlıysa, aslâ gündeme getirmezdik. Parayla alınacak şeyi kendimiz üretmeye çalıştık hep… İmalatçı firma gibi olmuştuk neredeyse... Cüzdandaki paranın hesabını bildiğimiz için ayakkabılarımız yırtıldığında dahî yenisini isteyemezdik. Şimdiyse markalı ayakkabı için çocuklar, babalarına bir dizi kaprisler yapıyorlar. Yeni ayakkabı almak yerine yırtıkları tamir ederdik. Mıhımız vardı. Onunla yırtılan yeri dikerdik. Patlayan toplarımızı bir kenara atmazdık. Onları da tamir ederdik. Naylonları zımparalar, yapıştırır, öyle oynardık. Ağabeylerimden kalan eşofmanların diz kapakları yırtılmış olurdu. Etrafı spor dikişli, deriden, çok güzel yama yapardık. El emeği daha tatlıydı bizim için. Tamir ettiğimiz her şey daha kıymetliydi.
Bugün tüketimin, israfın, hazır kullanmanın haddi hesabı yok. Emeksiz elde edilen şeyin kıymeti de olmuyor. Bir yeri yırtılınca veya eskiyince hemen çöpe atılıyor.
İmâlâtımız içinde kesekâğıdı yapım ve pazarlaması da vardı. Gazete kâğıdından jilet gibi düzgün kesekâğıtlarını yapıp pastaneci Mustafa Amca’ya götürürdük. Onları kullandığını hiç görmedim, ama her seferinde bizden satın alırdı. Üretici yönümüzü teşvik etmek istiyordu anlaşılan...
İlkokulu bitirmeye az kalmıştı. Büyüdüğümü hissediyor, artık bir saatim olmasını istiyordum. O zaman dijital saatler de yeni çıkmıştı. Tabiî gözüm onlarda. Yatılı Anadolu Lisesi ve Kolej imtihanları da yaklaşmıştı. Evdekilerle taahhütnâme imzaladık. Kazanırsam gömlek, eşofman en çok da saat istediğimi söyledim. O zaman dijital saatler yeni çıkmıştı. Yani bunlar, benim o âna kadar bir türlü elde edemediğim şeylerdi. Sınavı kazandım, fakat bir taraftan okul masrafları, diğer taraftan ağabeylerim şehir dışında okuyor, onların harçlıkları… Anlayacağınız dijital saati yine alamadım.
Ama babacığım, benim yeni yeni delikanlılığı yaşayan rûhum incinmesin diye dedemin kendisine verdiği saati tamir ettirmeye karar vermiş. Hani şu kasketli amcaların taktığı saatler var ya… Ben ona da râzıydım. Bir de güzel, deri kayış taktırınca, alın işte size delikanlı saati!.. Artık ortaokula başlarken benim de bir saatim olmuştu.
Bu kadar da olmaz diyeceksiniz belki de... Ortaokul… İlk dönem almam gereken bir kitabı alamadım. Ücreti diğer kitapların sekiz-dokuz katı. Almamaya inat da etmiştim. Her gün okula erkenden gider, sorumlu olduğumuz konuları, arkadaşların kitaplarından okur ezberlerdim. O dönem teneffüslerim, o kitabı okumakla geçti. Tabiî, bunca çabanın karşılığı olarak o dersten notu 10 olan da yalnızca bendim.
Size anlatacak daha pek çok hâtıra var elbet. Ama her şey gibi satırlar da sınırlı. Bu anlattıklarımın hiç biri, elem kederle yaşanmadı. Kanaatin zenginliğini, azın bereketini yaşadık hep… Şimdi büyük zevk duyarak anlatıyorum. Âh o yıllara dönebilseydik de çocukluğumuzu aynı tatta yaşabilseydik.
Eminim, Anadolu’da pek çok kimse, bunlara benzer güzel hâtıralar yaşamıştır. Burada bitirirken ana-babacığım gibi Anadolu’nun bağrından nefeslenen bütün yüreği yanık analarımıza, alın teri-emeğiyle alnı kırış kırış olmuş babalarımıza hürmet ve muhabbetle…
YORUMLAR